17 Nisan 2013 Çarşamba



SEYAHAT ||  BİRİNCİ BÖLÜM:  “Tiergarten burası mı abi?”

6  Temmuz 2010 -  İSTANBUL -> BASEL

   Bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra sabah saat on gibi Sabiha Gökçen Havalimanı’nda buluştuktan sonra sırtımızda on beşer kiloluk devasa çantalarımızla beraber uçağa doğru yöneldik.

 “Çantanın büyüklüğü, tipi, kilosu gezi için çok önemli. Biz geziyi 40 gün olarak planladığımız ve çadırda kalacağımız için dolu çantalarla yola çıktık. Bazılarımızın çantasında konserve bile vardı.”

   Uçağa girmeden önce son kontrolü yapan yer hostesi nereye gideceğimizi sordu. Biz de önce İsviçre’ye gidip oradan başka ülkelere geçeceğimizi söyledik. Hostes “Yalnız sizin vizenize tek giriş için onay verilmiş girdiğiniz ülke dışına çıkamazsınız.” diyerek interrailin ilk şokunu yaşatmış oldu bize. Şoktan çıktıktan sonra görevli kadına “Nasıl ya o Türkiye’ye döndükten sonra işlemiyor mu? Yanlışınız var.”  itirazımızdan sonra tam kendi aramızda “Abi ne vardı vize alırken multiple işaretleseydik ya!” kederine düşecekken başka birine sorma ihtiyacı hissettik. Aklımdan “Uçuş görevlisi bilmeyecek de kim bilecek bittik biz beyler!” benzeri panik cümleleri geçirirken, en kötü senaryoyu düşünmeye başlamıştım bile. “O zaman biz de Fransa tarafından çıkarız Paris, Bordo, Lille, Lyon 1 ay gezeriz. Disneyland’a falan gideriz hem :/ ” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum.
   
   Olanları düşünürken bir anda Avrupa’yı tek çıkışlı vizeyle yakalanma riskini göze alıp kaçak olarak dolaşma fikri geldi. Bizimkilere “Tamam abi hallederiz bi şekilde.” diyecekken, vizemizi kontrol eden kadının görevli arkadaşı elimizdekinin tek girişli bir vize olduğunu onayladı ama tek girişin Türkiye’ye tekrar döndüğümüz an geçerli olacağını söyledi. Yani bizim bildiğimiz şekildeymiş tek giriş olayı. Görevli kadına teşekkür edip, ilk şoku atlatarak uçağa geçtik. Buradan bizi daha ilk dakikadan bitirmeye çalışan bilgisiz uçuş görevlisine selam yolluyorum. (geri zekalı)
   
   Uçak yolculuğumuz sıkıntısız geçti sayılır. Bir ara basıncın etkisiyle, hafif nezle olan Zafer’in başı ağrıdı ama indikten sonra düzeldi. Bu arada minimum parayla interrail hedefimizin ilk adımını uçakta satılan yiyeceklere para vermeyip çantadaki sandviçleri yiyerek atmış olduk. (Pegasus’ta su bile parayla biliyor musunuz ajksdhajsh)


BASEL -> ZÜRİH
   
   Uçak Basel-Mullhouse Havalimanı’na inince hemen saatleri bir saat geriye aldık. Uçaktan inip çantalarımızı beklemeye başladık. Çantaları aldıktan sonra Cumhan ve Evren’in çantaları hafif yağlanmıştı. Başka çantadan mı bulaştı diye düşünürken acı gerçeği fark ettik. Çantadaki konservelerden birkaçı uçuş sırasında patlamıştı.  Geziye başlar başlamaz ilk talihsizliği yaşamıştık. Yaklaşık bir saatimizi çantaları temizlemeye ayırdık. 

   Yurtdışında ilk konuştuğumuz kişi olan havalimanı görevlisi teyze yanımıza gelip şu an hatırlayamadığım bir şiveyle: 
   “Hayırdır gençler yardım lazım mı?” diye sordu.  
    Hehee türkle karşılaştık ya tesadüfe bak istesen olmaz diye düşünürken (gezi boyunca bilinçli veya bilinçsiz olarak konuştuğumuz insanların 3’te 1’i Türk çıktı) teyze bir yandan da yanındaki siyahi arkadaşına Fransızca bir şeyler anlatıyordu. Ona teşekkür ettik ve çantaları toparlamaya devam ettik. 

   Temizleme işini hallettikten sonra çıkışa yöneldik. Basel’e gideceğimiz için havalimanının İsviçre çıkışından çıkmak gerekiyordu. Fransa ile İsviçre çıkışı ayrıydı ve birbirlerine geçiş imkanı yoktu. Zafer’le beraber kapıdan çıkacakmış gibi yapıp İsviçre çıkışından sıraya girdik. Çıkıştaki adam geçenlerden bazılarını durdurup pasaportlarına bakıyordu. Sonradan düşününce büyük eşyaları olanları durdurduğunu anladık ama buradan çıkarsak ya bizi de durdurup Fransa çıkışına yönlendirirse endişesi hakimdi bizde. Yer hostesi bizi öyle bir etkilemiş ki Fransa çıkışından çıkarsak sanki İsviçre’ye bir daha giremeyecekmişiz gibi bir hava hakimdi bizde. Aslında Fransa çıkışından çıksak elbette bir şekilde Basel’e geri dönerdik ama çantaları temizlerken epey vakit harcamıştık. O yüzden bir an önce yola koyulmak istedik.
   
   Bu arada Evren ve Cumhan yurtdışından evi aramak için kart almışlardı. Ama orada çalıştırmayı beceremediler. Herkes bir araya toplanınca son derece cool bir şekilde İsviçre çıkışından geçmeye karar verdik. Çantaları koyduğumuz arabayla kapıda duran adama sahte gülüşler atarak apar topar kapıdan çıktık. İsviçre sınırına ayak basmıştık. Basel şehir merkezindeki tren istasyonuna gidip direk Zürih’e geçecektik. Basel’i gezmeme kararı almıştık. Basel ile ilgili olarak aklımda kalan tek şey yolculuk yaptığımız otobüs oldu. Otobüsle gara giderken kısa bir Basel turu attık. Otobüste şimdi metrobüslerde ve otobüslerde kullanılmaya başlanan ekranda durak isimlerini gösterme özelliği vardı. Bir tek onu hatırlıyorum.  
   
   Gara sorunsuz ulaştık.  Interrail biletimizi ilk kez Basel- Zürih arası kullanacaktık. Kullanım hakkında pek bilgimiz olmadığı için bilet gişesi sırasına girdik. Bileti gösterip tren bileti alacağımızı düşündüm. Gişedeki görevli buna gerek olmadığını trendeki kontrolörlere göstermemizin  yeterli olacağını söyledi. Ama her rotada işleyişin böyle olmadığını söylemedi ve bilet işini her yerde bu şekilde sanmamız trenden kovulmamıza yol açacaktı ilerleyen günlerde.  16:07 trenine bindik ve Zürih’e doğru hareket ettik.

Evren'le Basel Hauptbahnhof

    
   Zürih’e vardığımızda uzun süre çantaları koyacak bir yer aradık. Tüm garı gezdik ama bagaj bölümünü bulamadık. En son bir bilene sormak aklımıza geldi. Birkaç kişiye sorup sonuç alamadık ve aklımıza Türk birilerini bulmak geldi. "Türk var mı!" diye bağırmamızın 15.saniyesinde hemen bir gurbetçi abi geldi ve bize yardım etti.
  
   “Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşırsanız Türk çağırmaktan çekinmeyin. Saniyesinde yetişiyorlar yardımınıza.”
   
   Dolaba 8 frank verdik.(Zürih cidden pahalı) Çantaları bıraktıktan sonra gece treni bilgisi öğrenmek için danışmaya gittik. Gece treni olduğunu ama rezervasyon için yer olmadığı söylendi. Şansımızı deneyip boş yer arayacaktık.
   
   Gece treninden önce Zürih’i gezmek için gardan çıktık. Meydanda bineceğimiz tramvay için bilet alım yeri görmediğimiz için biletsiz bindik. İlk hedef Zoological Museum’du. Onun yakınlarındaki bir durakta tramvaydan indik. Bir türlü gideceğimiz yeri bulamadık ve nereye gittiğimizi bilmeden yürümeye devam ettik. Yollarda bir sürü çeşme fark ettik ama hiç oradan su içene denk gelmemiştik. Bu yüzden çeşme suyunun içilip içilmediğini bilmiyorduk. Susamaya başlamıştık. Normal su bulmak zordu. Oradakiler genellikle mineral wasser tüketiyorlardı.
   
   Yolun kenarında amaçsız bir şekilde dururken  iyi giyimli güzel bir hanımefendi(bence melekti) yanımıza gelip yardıma mı ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Tip olarak Acun Firarda’da Acun’un yolunu kesip kıyafetlerini incelediği kızlara benziyordu. Arka planda çalan 50 Cent şarkıları eksikti sadece.  Kız gideceğimiz yeri tarif etti aynı zamanda Zürih’teki tüm çeşme sularını içebileceğimizi söyledi.
   
   Sevinçle çeşmeye koştuk ve su içtik. Boş şişeleri doldurduk.

Suların içilebilir olduğunu öğrendikten sonra biz




   Meleğin verdiği tarifle müzeyi kolayca bulduk fakat müze kapanmıştı. Yazın saatin nasıl geçtiğini fark edemiyorsun. Günlük güneşlik hava varken saat yediyi geçmişti ve müze doğal olarak kapalıydı. Ama müzeye giriş kapısı arasıra açılıyordu ve içeriye şık insanlar giriyordu. Açılan kapıdan faydalanıp biz de içeri sızdık.  İçeride davet gibi bir organizasyon ve yiyecek içecek servisi vardı. Çok şüphe çekmemek için direk müze kısmına ilerledik. Müzenin esas kapısı kilitlenmişti. Camdan meşhur dinozor maketini görebiliyorduk. Oradan içeriye giremeyeceğimizi anlayınca binayı dolaşmaya karar verdik. Müzenin bulunduğu bina aynı zamanda üniversite kampüsüydü ve hocaların odaları da oradaydı. Zafer ve Cumhan kapıdaki iletişim bilgilerine saçma şeyler yazarak eğlendiler. Davete katılmayı düşündük ama tipimizden oraya ait olmadığımız kolaylıkla anlaşılacağı için vazgeçtik. İhtiyaç molası verip Zürih Gölü kenarına geçmeye karar verdik.
      
   Göl kenarında bir sürü müzisyen amatör olarak sahne alıyordu. Cıvıl cıvıl bir yerdi ve göl çok güzel gözüküyordu. Civarda biraz dolaştıktan sonra hediyelik eşya satan bir kulübeye uğradık. Zafer burada kartpostal alıp Türkiye’ye yolladı fakat pul koymadan attı. Kartpostalın gidip gitmeyeceği konusunda şüphelerimiz vardı. Ama sonradan öğrendik ki tüm yolladığı kartpostallar yerine ulaşmış.  Geri kalan hediyelik eşyalar aşırı pahalıydı. Bir şey almadık.

   “İsviçre’den en azından Zürih’ten pulsuz kartpostal atarsanız adrese ulaşıyor.”           
(%100 çalışıyor mu bilmem)”

 
Zaferciğim ilk kartpostalını atarken

   Sonra buranın en ünlü caddesi olan Bahnhofstrasse’yi  yürüdük. Cadde çok tenhaydı. Akşam olmaya başlayınca ilk defa yurtdışında olup gidecek bir yerimiz olmadığını fark ettik. Garip bir duyguydu. Uzun soluklu bir geziye çıktığımızı ilk orada anladık.
    
   Ana caddede çoğu yer kapanmıştı.  Akşam olunca açık kapı kalmayan klasik bir Avrupa kentiydi Zürih. Birkaç ufak dükkan ve Götte Optik (ehemehe) açıktı ama.
  
   Bu arada o saatte Hollanda’nın maçı vardı sanırım birkaç yerden maç izleyenlerin sesini duyduk ve turuncunun hakim olduğu insanlar gördük. Ara yolda yürürken 4 tane kız yanımıza geldi. Almanca konuşmaya başladılar. Almanca bilmediğimizi söyledik. İngilizce olarak size bir kadın resmi göstericez (gösterdiler) siz de kameraya onla ilgili bir şeyler söyleyeceksiniz dediler. Hayır diyip oradan uzadık. (Niye hayır dedik ben de bilmiyorum :/ Resimdeki kadın güzel değildi ama.)
  
    Garın oraya geri yürüyüp gar yakınındaki –Reklam- Coop market’e  -Reklam bitti-  girdik. Çikolata, püskevit, icetea, capri sun aldık. Gara geri döndüğümüzde Cumhan’la ben trenlerin olduğu yere gittik. İki katlı bir trene binip geniş koltuklarına yayıldık biraz.  Daha sonra danışmaya tekrar gittik ve bineceğimiz gece trenin aktarmalı bir tren olduğunu öğrendik.  Viyana trenine binip Salzburg’da inecek oradan da Münih’e giden trene binecektik. Trenin kalkış saatine çok az kalmıştı. Eşyalarımızı dolaptan alıp trene doğru ilerledik

 

6-7  Temmuz 2010  -  ZÜRİH -> SALZBURG -> MÜNİH
   
   Trene binip kendimize hemen bir tane kompartıman kaptık. Eğer kompartımanın camındaki mini tabelada hiçbir isim yazmazsa o bölümün boş olduğu anlaşılıyordu.  Normalde 6 kişi alan kompartımana  eşyalarımızı yayarak sonradan gelenler için valla burası daha fazla kişi almaz kardeş görünümü verdik. Akşam treni sandığımız kadar kalabalık değildi ve oturduğumuz bölüme kimse gelmedi. Ertesi gün sabah saatlerinde Münih’te olacaktık. Oturup sohbet etmeye başladık Cumhan da defterine ilk günün özetini yazıyordu. Zürih’i  sevdik . Her yönüyle sakin, modern ve lüks yaşanabilir bir şehir olarak aklımızda kaldı. Zaten bir tane şehri gezdiğimiz için doğal olarak 1 numaradaydı ve belli bir süre de liderliğini sürdürecekti.

İlk gece treni
   Tren Salzburg’a doğru ilerlerken çarpma, ezilme sesi gibi bir şey duyduk ve tren aniden yavaşlayıp durdu. Zafer trenin birine çarpmış olabileceğini ve o anda anacuğum diye bir ses duyduğunu söyledi. Çarpış anında çıkan sesi hatırladığımızda ilk günün duygu karmaşasından olacak anlamsız bir şekilde yarım saat aralıksız güldüğümüzü hatırlıyorum. (Anlatınca komik durmadı evet.) Sonradan trenin kontrol için durduğu sonucunu çıkarttık. Çünkü tren tekrar hareket ettikten sonra kompartımanlarda bilet/pasaport kontrolü yapıldı. Bu bizim ikinci kontrolümüzdü ve herkesin interrail’in ne olduğunu bilip/bilmediği konusunda şüphelerimiz vardı. Ama çok kişi tarafından yapıldığından olacak hemen hemen herkesin haberi vardı bu uygulamadan.  Biletlerimizden sonra pasaportlarımızı da kontrol eden görevli kompartmandan ayrılınıca biz de uyuma hazırlıklarına başladık.  Oturduğumuz yer 6 kişilik olsa da iş uyumaya gelince anca üç kişilik oluyordu. Aktarma yerine kadar uyuyup sonra uykumuza diğer trende devam edecektik. Ben yorgunluktan olacak uyumayı başardım ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.  Zafer ve Cumhan boş bir yer bulup daha rahat bir şekilde orada uyumayı da denediler ama pek başarılı olamamışlar mesela. 

   Tren sabaha karşı beş gibi Salzburg’a vardı ve eşyalarımızı toplayıp trenden indik. Bineceğimiz Münih trenini yirmi dakika bekledikten sonra tren geldi. Fakat ilk trenden farklı olarak bu tren ağzına kadar doluydu. Trene binip yer aradık ama oturacak çok az yer vardı. Cumhan’la Zafer iki kişilik bir yer bulup oturdular. Yolun yarısında yerleri değişiriz diye anlaştık. Evren’le ben büyük bir umutla yer değişimini bekledik. Zamanı gelince gittik ama bizimkiler dışında herkes uyumuştu ve etraf sıkış tıkıştı. Oradan çıkmanın zor olduğunu, yer değişiminin mümkün olmadığını söylediler. Evren’le beraber yolculuk başından beri oturduğumuz vagon kapısına geri döndük. Kapı tam tuvaletin yanındaydı ve haliyle giren çıkan çoktu. Biz de orada sızmaya çalıştık ama kalabalıktan o da mümkün olmuyordu. Tuvalete elinde diş fırçasıyla gelip dişlerini fırçalayan çekik gözlü ablayı hala hatırlıyorum.(Ne disiplinli insanlar var)
  
Cumhan'a zorla imzalattığımız özür yazısı
   Evren’le köşede iki büklüm otururken susamaya başladık.  Yanımızda sadece önceki gün Zürih’ten aldığımız capri-sun’larımız vardı. Trenin varışına daha 2 saat olduğu için Evren’e bir buçuk saatlik mini oruç tutma önerisinde bulundum. Yapacak bir şey olmamasından ve elimizdeki tek içeceğin o olmasından dolayı o da kabul etti.  O bir buçuk saati cidden iftar bekleyen oruçlular gibi bekledik. Vakit çabuk geçti ve bir buçuk saat sonra iftar niyetine capri-sun’ları içtik.  Tadı bambaşka geldi bana. Münih sınırına da girmiştik artık. Trenden inince şnitzelli sandviç alıp 1.5lt’lik şişeye yaptığımız tang’le beraber kahvaltımızı yaptık.
   
   Yolculuk pek iyi geçmemiş olmasına rağmen yine de enerjiktik ve hali hazırda garda bulunduğumuz için ilk olarak Ulm’de bulunan Skyline Park adlı gökyüzü temalı eğlence parkına gitmeye karar verdik. Sırt çantalarımızı  locker’lara (Cumhancası: logger)  bıraktıktan sonra Ulm’e giden trene binmek için perona gittik. Parka ulaşmak için bineceğimiz trenden aktarma yapıp başka trene geçmemiz gerekiyordu ve biz bu aktarma işlemi sırasında yanlış trene bindiğimizi fark etmedik. Biraz yol aldıktan sonra Münih’e tekrar geri döndüğümüzü anladık ve ilk durakta trenden inip tekrar aktarma yapılan yere giden başka bir trene bindik.

YANLIŞ TRENE BİNMEK (Tamamlandı)” 

Bu sefer aktarmayı doğru yapıp parka giden trene bindik. İstasyonla park girişi arasındaki tarlamsı yolu aştıktan sonra giriş kapısına ulaştık. Giriş ücreti 18€’yu ödeyip bilet aldık. Parkın girişi o kadar sahipsizdi ki bilet almadan da girebilirdik.  Parkta her yerde olduğu gibi bir sürü Türkle karşılaştık. Şimdileri Bostancı Lunaparkı ve Forum İstanbul’da da bulunanların daha da yükseği olan Sky Shot parkın en eğlenceli atraksiyonuydu. 
 Onun dışında genel roller-coaster kavramından biraz farklı olan Sky Wheel da baya iyiydi. 

Tatilya’dan kalma bir alışkanlık olacak su kaydırağında da baya vakit harcadık. Deli gibi ıslandık.  
Akşam saat 17:30a kadar parkta vakit geçirdikten sonra Münih’e geri dönmek için trene bindik.

-Reklam- Fiyat/Kalite oranı yüksek olan Skyline Park eğlence severler için doğru adres.-Reklam bitti- .

Skyline Hatırası
Dönme dolaptan parkın genel görünüşü
(sol tarafta Sky Wheel, sağ tarafta Sky Shot)


     Münih’e dönünce garın hemen yanındaki “Türk mahallesine” alışverişe gittik. Lidl adında adeta Almanya’nın     Bim’i olan marketten yiyecek aldık. Bu arada kalacak yeri daha ayarlamamıştık.
   
   Gideceğimiz şehirde kalacağımız yerleri genelde yola çıkacağımız şehirden hallediyorduk. Yaz sezonu için riskli bir işti ama çadır kampında yer sıkıntısı olmuyordu. Zafer’le Evren  Almanya-İspanya maçını izlemek için garda kaldılar. Biz kalacak yer bakmak için yakındaki internet kafeye gittik. “The Tent” adında şehir merkezine çok uzak olmayan bir yer bulduk. Gara geri döndüğümüzde Almanya maçı kaybetmişti. (Gereksiz: Bulunduğumuz ülkenin takımı maçlarını kaybetti hep. İspanya dua etsin finalden sonra oraya gittik.) Kamp alanına gitmek için tramvaya çevrede maçı izleyen üzgün ve sarhoş insanlarla birlikte binme gafletinde bulunduk ve sırtımızdaki devasa çantalarla metrekareye 10 sarhoş, 5 şişman, 2 ortası bomboş oraya doğru ilerler misinizci abi,  4 yaşlı, 4 şişman ve yaşlı, 6 şişman, yaşlı ve sarhoş almanın düştüğü bir tramvayla kamp alanına gitmeye çalışıyorduk. Yolculuk çok büyük eziyetti.

“ Bu tür kalabalık ortamlarda seyahatte sırt çantası biraz zorluk çıkarıyor. Çekçekli çantayı ayağının dibine koyup seyahat etmek daha avantajlı oluyor.”

 Kamp alanına vardığımızda kalabalık bir grup ateşin başına toplanmıştı ve gitar çalmayı biliyorum ve kız düşürmek istiyorum eyleminin evrensel şarkısı olan Wonderwall’ı söylüyorlardı. Ortam ne güzelmiş dememin 10.saniyesinde şarkıyı kesip, ateşi söndürüp yatmaya gittiler. Sanırım saatin geç olmasından ötürü yatmaya hazırlanan diğer insanları rahatsız etmemek için kampta uygulanan kural gibi bir şeymiş bu. Etraf sakinleşince biz de çadır işini halletmek için bize verilen yere gittik. Bu arada ücret olarak kişi başı 8€ gibi az bir para verdiğimizi de ekleyeyim. Bizim için kampların en büyük avantajı buydu zaten. Bu arada Evrenlerin çadırda problem vardı iplerden biri yerinden çıkmıştı(kopmuş da olabilir) her taraf karanlıktı ve doğru düzgün bir şey gözükmüyordu. El fenerlerini açtık ve bir saat tamir için uğraştık. Saat bir buçuğa doğru anca yattık.
The Tent'ten bir görünüm

(DEVAMI DİĞER SAYFADA)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder