SEYAHAT || BİRİNCİ BÖLÜM: “Tiergarten burası mı abi?”
6
Temmuz 2010 - İSTANBUL ->
BASEL
Bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra sabah saat on gibi
Sabiha Gökçen Havalimanı’nda buluştuktan sonra sırtımızda on beşer kiloluk
devasa çantalarımızla beraber uçağa doğru yöneldik.
“Çantanın büyüklüğü, tipi, kilosu gezi için
çok önemli. Biz geziyi 40 gün olarak planladığımız ve çadırda kalacağımız için
dolu çantalarla yola çıktık. Bazılarımızın çantasında konserve bile vardı.”
Uçağa girmeden önce
son kontrolü yapan yer hostesi nereye gideceğimizi sordu. Biz de önce İsviçre’ye
gidip oradan başka ülkelere geçeceğimizi söyledik. Hostes “Yalnız sizin vizenize
tek giriş için onay verilmiş girdiğiniz ülke dışına çıkamazsınız.” diyerek
interrailin ilk şokunu yaşatmış oldu bize. Şoktan çıktıktan sonra görevli
kadına “Nasıl ya o Türkiye’ye döndükten sonra işlemiyor mu? Yanlışınız var.” itirazımızdan sonra tam kendi aramızda “Abi
ne vardı vize alırken multiple işaretleseydik ya!” kederine düşecekken başka birine sorma
ihtiyacı hissettik. Aklımdan “Uçuş
görevlisi bilmeyecek de kim bilecek bittik biz beyler!” benzeri panik cümleleri
geçirirken, en kötü senaryoyu düşünmeye başlamıştım bile. “O zaman biz de Fransa
tarafından çıkarız Paris, Bordo, Lille, Lyon 1 ay gezeriz. Disneyland’a falan
gideriz hem :/ ” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum.
Olanları düşünürken
bir anda Avrupa’yı tek çıkışlı vizeyle yakalanma riskini göze alıp kaçak olarak
dolaşma fikri geldi. Bizimkilere “Tamam abi hallederiz bi şekilde.”
diyecekken, vizemizi kontrol eden kadının görevli arkadaşı elimizdekinin tek
girişli bir vize olduğunu onayladı ama tek girişin Türkiye’ye tekrar döndüğümüz
an geçerli olacağını söyledi. Yani bizim bildiğimiz şekildeymiş tek giriş
olayı. Görevli kadına teşekkür edip, ilk şoku atlatarak uçağa geçtik. Buradan bizi
daha ilk dakikadan bitirmeye çalışan bilgisiz uçuş görevlisine selam
yolluyorum. (geri zekalı)
Uçak yolculuğumuz sıkıntısız
geçti sayılır. Bir ara basıncın etkisiyle, hafif nezle olan Zafer’in başı
ağrıdı ama indikten sonra düzeldi. Bu arada minimum parayla interrail
hedefimizin ilk adımını uçakta satılan yiyeceklere para vermeyip çantadaki
sandviçleri yiyerek atmış olduk. (Pegasus’ta su bile parayla biliyor musunuz
ajksdhajsh)
BASEL -> ZÜRİH
Uçak Basel-Mullhouse
Havalimanı’na inince hemen saatleri bir saat geriye aldık. Uçaktan inip
çantalarımızı beklemeye başladık. Çantaları aldıktan sonra Cumhan ve Evren’in
çantaları hafif yağlanmıştı. Başka çantadan mı bulaştı diye düşünürken acı gerçeği
fark ettik. Çantadaki konservelerden birkaçı uçuş sırasında patlamıştı. Geziye başlar başlamaz ilk talihsizliği
yaşamıştık. Yaklaşık bir saatimizi çantaları temizlemeye ayırdık.
Yurtdışında
ilk konuştuğumuz kişi olan havalimanı görevlisi teyze yanımıza gelip şu an
hatırlayamadığım bir şiveyle:
“Hayırdır gençler yardım lazım mı?” diye sordu.
Hehee türkle karşılaştık ya tesadüfe bak
istesen olmaz diye düşünürken (gezi boyunca bilinçli veya bilinçsiz olarak
konuştuğumuz insanların 3’te 1’i Türk çıktı) teyze bir yandan da yanındaki siyahi
arkadaşına Fransızca bir şeyler anlatıyordu. Ona teşekkür ettik ve çantaları
toparlamaya devam ettik.
Temizleme işini hallettikten sonra çıkışa yöneldik.
Basel’e gideceğimiz için havalimanının İsviçre çıkışından çıkmak gerekiyordu.
Fransa ile İsviçre çıkışı
ayrıydı ve birbirlerine geçiş imkanı yoktu. Zafer’le beraber kapıdan çıkacakmış
gibi yapıp İsviçre çıkışından sıraya girdik. Çıkıştaki adam geçenlerden
bazılarını durdurup pasaportlarına bakıyordu. Sonradan düşününce büyük eşyaları
olanları durdurduğunu anladık ama buradan çıkarsak ya bizi de durdurup Fransa
çıkışına yönlendirirse endişesi hakimdi bizde. Yer hostesi bizi öyle bir
etkilemiş ki Fransa çıkışından çıkarsak sanki İsviçre’ye bir daha
giremeyecekmişiz gibi bir hava hakimdi bizde. Aslında Fransa çıkışından çıksak elbette bir
şekilde Basel’e geri dönerdik ama çantaları temizlerken epey vakit harcamıştık. O yüzden bir an önce yola koyulmak
istedik.
Bu arada Evren ve
Cumhan yurtdışından evi aramak için kart almışlardı. Ama orada çalıştırmayı beceremediler. Herkes bir araya toplanınca son derece cool bir
şekilde İsviçre çıkışından geçmeye karar verdik. Çantaları koyduğumuz arabayla
kapıda duran adama sahte gülüşler atarak apar topar kapıdan çıktık. İsviçre
sınırına ayak basmıştık. Basel şehir merkezindeki tren istasyonuna gidip direk
Zürih’e geçecektik. Basel’i gezmeme kararı almıştık. Basel ile ilgili olarak
aklımda kalan tek şey yolculuk yaptığımız otobüs oldu. Otobüsle gara giderken
kısa bir Basel turu attık. Otobüste
şimdi metrobüslerde ve otobüslerde kullanılmaya başlanan ekranda durak
isimlerini gösterme özelliği vardı. Bir tek onu hatırlıyorum.
Gara sorunsuz ulaştık. Interrail biletimizi ilk kez Basel- Zürih
arası kullanacaktık. Kullanım hakkında pek bilgimiz olmadığı için bilet gişesi
sırasına girdik. Bileti gösterip tren bileti alacağımızı düşündüm. Gişedeki
görevli buna gerek olmadığını trendeki kontrolörlere göstermemizin yeterli olacağını söyledi. Ama her rotada
işleyişin böyle olmadığını söylemedi ve bilet işini her yerde bu şekilde
sanmamız trenden kovulmamıza yol açacaktı ilerleyen günlerde. 16:07 trenine bindik ve Zürih’e doğru hareket
ettik.
![]() |
Evren'le Basel Hauptbahnhof |
Zürih’e vardığımızda uzun süre çantaları
koyacak bir yer aradık. Tüm garı gezdik ama bagaj bölümünü bulamadık. En son
bir bilene sormak aklımıza geldi. Birkaç kişiye sorup sonuç alamadık ve
aklımıza Türk birilerini bulmak geldi. "Türk var mı!" diye bağırmamızın
15.saniyesinde hemen bir gurbetçi abi geldi ve bize yardım etti.
“Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşırsanız Türk çağırmaktan çekinmeyin. Saniyesinde
yetişiyorlar yardımınıza.”
Dolaba 8 frank
verdik.(Zürih cidden pahalı) Çantaları bıraktıktan sonra gece treni bilgisi öğrenmek
için danışmaya gittik. Gece treni olduğunu ama rezervasyon için yer olmadığı
söylendi. Şansımızı deneyip boş yer arayacaktık.
Gece treninden önce
Zürih’i gezmek için gardan çıktık. Meydanda bineceğimiz tramvay için bilet alım
yeri görmediğimiz için biletsiz bindik. İlk hedef Zoological Museum’du. Onun
yakınlarındaki bir durakta tramvaydan indik. Bir türlü gideceğimiz yeri
bulamadık ve nereye gittiğimizi bilmeden yürümeye devam ettik. Yollarda bir
sürü çeşme fark ettik ama hiç oradan su içene denk gelmemiştik. Bu yüzden çeşme
suyunun içilip içilmediğini bilmiyorduk. Susamaya başlamıştık. Normal su bulmak
zordu. Oradakiler genellikle mineral wasser tüketiyorlardı.
Yolun kenarında amaçsız
bir şekilde dururken iyi giyimli güzel
bir hanımefendi(bence melekti) yanımıza gelip yardıma mı ihtiyacımız olup
olmadığını sordu. Tip olarak Acun Firarda’da Acun’un yolunu kesip kıyafetlerini
incelediği kızlara benziyordu. Arka planda çalan 50 Cent şarkıları eksikti
sadece. Kız gideceğimiz yeri tarif etti aynı
zamanda Zürih’teki tüm çeşme sularını içebileceğimizi söyledi.
Sevinçle çeşmeye
koştuk ve su içtik. Boş şişeleri doldurduk.
![]() |
Suların içilebilir olduğunu öğrendikten sonra biz |
Meleğin verdiği
tarifle müzeyi kolayca bulduk fakat müze kapanmıştı. Yazın saatin nasıl
geçtiğini fark edemiyorsun. Günlük güneşlik hava varken saat yediyi geçmişti ve
müze doğal olarak kapalıydı. Ama müzeye giriş kapısı arasıra açılıyordu ve
içeriye şık insanlar giriyordu. Açılan kapıdan faydalanıp biz de içeri sızdık. İçeride davet gibi bir organizasyon ve
yiyecek içecek servisi vardı. Çok şüphe çekmemek için direk müze kısmına
ilerledik. Müzenin esas kapısı kilitlenmişti. Camdan meşhur dinozor maketini
görebiliyorduk. Oradan içeriye giremeyeceğimizi anlayınca binayı dolaşmaya
karar verdik. Müzenin bulunduğu bina aynı zamanda üniversite kampüsüydü ve
hocaların odaları da oradaydı. Zafer ve Cumhan kapıdaki iletişim bilgilerine saçma
şeyler yazarak eğlendiler. Davete katılmayı düşündük ama tipimizden oraya ait
olmadığımız kolaylıkla anlaşılacağı için vazgeçtik. İhtiyaç molası verip Zürih
Gölü kenarına geçmeye karar verdik.
Göl kenarında bir sürü müzisyen amatör
olarak sahne alıyordu. Cıvıl cıvıl bir yerdi ve göl çok güzel gözüküyordu. Civarda
biraz dolaştıktan sonra hediyelik eşya satan bir kulübeye uğradık. Zafer burada
kartpostal alıp Türkiye’ye yolladı fakat pul koymadan attı. Kartpostalın gidip
gitmeyeceği konusunda şüphelerimiz vardı. Ama sonradan öğrendik ki tüm
yolladığı kartpostallar yerine ulaşmış. Geri
kalan hediyelik eşyalar aşırı pahalıydı. Bir şey almadık.
“İsviçre’den en azından Zürih’ten pulsuz kartpostal atarsanız adrese ulaşıyor.”
(%100 çalışıyor mu bilmem)”
“İsviçre’den en azından Zürih’ten pulsuz kartpostal atarsanız adrese ulaşıyor.”
(%100 çalışıyor mu bilmem)”
Sonra buranın en ünlü caddesi olan Bahnhofstrasse’yi yürüdük. Cadde çok tenhaydı. Akşam olmaya
başlayınca ilk defa yurtdışında olup gidecek bir yerimiz olmadığını fark ettik.
Garip bir duyguydu. Uzun soluklu bir geziye çıktığımızı ilk orada anladık.
Ana caddede çoğu yer
kapanmıştı. Akşam olunca açık kapı
kalmayan klasik bir Avrupa kentiydi Zürih. Birkaç ufak dükkan ve Götte Optik
(ehemehe) açıktı ama.
Bu arada o saatte Hollanda’nın
maçı vardı sanırım birkaç yerden maç izleyenlerin sesini duyduk ve turuncunun
hakim olduğu insanlar gördük. Ara yolda yürürken 4 tane kız yanımıza geldi.
Almanca konuşmaya başladılar. Almanca bilmediğimizi söyledik. İngilizce olarak
size bir kadın resmi göstericez (gösterdiler) siz de kameraya onla ilgili bir
şeyler söyleyeceksiniz dediler. Hayır diyip oradan uzadık. (Niye hayır dedik
ben de bilmiyorum :/ Resimdeki kadın güzel değildi ama.)
Garın oraya geri
yürüyüp gar yakınındaki –Reklam- Coop market’e
-Reklam bitti- girdik. Çikolata, püskevit,
icetea, capri sun aldık. Gara geri döndüğümüzde Cumhan’la ben trenlerin olduğu
yere gittik. İki katlı bir trene binip geniş koltuklarına yayıldık biraz. Daha sonra danışmaya tekrar gittik ve bineceğimiz
gece trenin aktarmalı bir tren olduğunu öğrendik. Viyana trenine binip Salzburg’da inecek oradan
da Münih’e giden trene binecektik. Trenin kalkış saatine çok az kalmıştı.
Eşyalarımızı dolaptan alıp trene doğru ilerledik
6-7 Temmuz 2010 - ZÜRİH -> SALZBURG -> MÜNİH
-Reklam- Fiyat/Kalite oranı yüksek olan Skyline Park eğlence severler için doğru adres.-Reklam bitti- .
6-7 Temmuz 2010 - ZÜRİH -> SALZBURG -> MÜNİH
Trene binip
kendimize hemen bir tane kompartıman kaptık. Eğer kompartımanın camındaki mini
tabelada hiçbir isim yazmazsa o bölümün boş olduğu anlaşılıyordu. Normalde 6 kişi alan kompartımana eşyalarımızı yayarak sonradan gelenler için valla burası daha fazla kişi almaz kardeş
görünümü verdik. Akşam treni sandığımız kadar kalabalık değildi ve oturduğumuz
bölüme kimse gelmedi. Ertesi gün sabah saatlerinde Münih’te olacaktık. Oturup
sohbet etmeye başladık Cumhan da defterine ilk günün özetini yazıyordu.
Zürih’i sevdik . Her yönüyle sakin,
modern ve lüks yaşanabilir bir şehir olarak aklımızda kaldı. Zaten bir tane
şehri gezdiğimiz için doğal olarak 1 numaradaydı ve belli bir süre de
liderliğini sürdürecekti.
Tren Salzburg’a
doğru ilerlerken çarpma, ezilme sesi gibi bir şey duyduk ve tren aniden
yavaşlayıp durdu. Zafer trenin birine çarpmış olabileceğini ve o anda anacuğum
diye bir ses duyduğunu söyledi. Çarpış anında çıkan sesi hatırladığımızda ilk
günün duygu karmaşasından olacak anlamsız bir şekilde yarım saat aralıksız
güldüğümüzü hatırlıyorum. (Anlatınca komik durmadı evet.) Sonradan trenin
kontrol için durduğu sonucunu çıkarttık. Çünkü tren tekrar hareket ettikten
sonra kompartımanlarda bilet/pasaport kontrolü yapıldı. Bu bizim ikinci
kontrolümüzdü ve herkesin interrail’in ne olduğunu bilip/bilmediği konusunda
şüphelerimiz vardı. Ama çok kişi tarafından yapıldığından olacak hemen hemen herkesin
haberi vardı bu uygulamadan. Biletlerimizden sonra pasaportlarımızı da
kontrol eden görevli kompartmandan ayrılınıca biz de uyuma hazırlıklarına
başladık. Oturduğumuz yer 6 kişilik olsa
da iş uyumaya gelince anca üç kişilik oluyordu. Aktarma yerine kadar uyuyup
sonra uykumuza diğer trende devam edecektik. Ben yorgunluktan olacak uyumayı
başardım ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zafer ve Cumhan boş bir yer bulup daha rahat
bir şekilde orada uyumayı da denediler ama pek başarılı olamamışlar mesela.
Tren
sabaha karşı beş gibi Salzburg’a vardı ve eşyalarımızı toplayıp trenden indik.
Bineceğimiz Münih trenini yirmi dakika bekledikten sonra tren geldi. Fakat ilk
trenden farklı olarak bu tren ağzına kadar doluydu. Trene binip yer aradık ama
oturacak çok az yer vardı. Cumhan’la Zafer iki kişilik bir yer bulup oturdular.
Yolun yarısında yerleri değişiriz diye anlaştık. Evren’le ben büyük bir umutla
yer değişimini bekledik. Zamanı gelince gittik ama bizimkiler dışında herkes
uyumuştu ve etraf sıkış tıkıştı. Oradan çıkmanın zor olduğunu, yer değişiminin
mümkün olmadığını söylediler. Evren’le beraber yolculuk başından beri
oturduğumuz vagon kapısına geri döndük. Kapı tam tuvaletin yanındaydı ve
haliyle giren çıkan çoktu. Biz de orada sızmaya çalıştık ama kalabalıktan o da
mümkün olmuyordu. Tuvalete elinde diş fırçasıyla gelip dişlerini fırçalayan çekik
gözlü ablayı hala hatırlıyorum.(Ne disiplinli insanlar var)
Evren’le köşede iki büklüm otururken susamaya
başladık. Yanımızda sadece önceki gün Zürih’ten
aldığımız capri-sun’larımız vardı. Trenin varışına daha 2 saat olduğu için
Evren’e bir buçuk saatlik mini oruç tutma önerisinde bulundum. Yapacak bir şey
olmamasından ve elimizdeki tek içeceğin o olmasından dolayı o da kabul
etti. O bir buçuk saati cidden iftar
bekleyen oruçlular gibi bekledik. Vakit çabuk geçti ve bir buçuk saat sonra
iftar niyetine capri-sun’ları içtik. Tadı bambaşka geldi bana. Münih sınırına da
girmiştik artık. Trenden inince şnitzelli sandviç alıp 1.5lt’lik şişeye yaptığımız
tang’le beraber kahvaltımızı yaptık.
Yolculuk pek iyi geçmemiş
olmasına rağmen yine de enerjiktik ve hali hazırda garda bulunduğumuz için ilk
olarak Ulm’de bulunan Skyline Park adlı gökyüzü temalı eğlence parkına gitmeye
karar verdik. Sırt çantalarımızı
locker’lara (Cumhancası: logger)
bıraktıktan sonra Ulm’e giden trene binmek için perona gittik. Parka
ulaşmak için bineceğimiz trenden aktarma yapıp başka trene geçmemiz gerekiyordu
ve biz bu aktarma işlemi sırasında yanlış trene bindiğimizi fark etmedik. Biraz
yol aldıktan sonra Münih’e tekrar geri döndüğümüzü anladık ve ilk durakta
trenden inip tekrar aktarma yapılan yere giden başka bir trene bindik.
Bu sefer aktarmayı doğru yapıp parka giden trene bindik. İstasyonla park girişi arasındaki tarlamsı yolu aştıktan sonra giriş kapısına ulaştık. Giriş ücreti 18€’yu ödeyip bilet aldık. Parkın girişi o kadar sahipsizdi ki bilet almadan da girebilirdik. Parkta her yerde olduğu gibi bir sürü Türkle karşılaştık. Şimdileri Bostancı Lunaparkı ve Forum İstanbul’da da bulunanların daha da yükseği olan Sky Shot parkın en eğlenceli atraksiyonuydu.
“YANLIŞ TRENE BİNMEK (Tamamlandı)”
Bu sefer aktarmayı doğru yapıp parka giden trene bindik. İstasyonla park girişi arasındaki tarlamsı yolu aştıktan sonra giriş kapısına ulaştık. Giriş ücreti 18€’yu ödeyip bilet aldık. Parkın girişi o kadar sahipsizdi ki bilet almadan da girebilirdik. Parkta her yerde olduğu gibi bir sürü Türkle karşılaştık. Şimdileri Bostancı Lunaparkı ve Forum İstanbul’da da bulunanların daha da yükseği olan Sky Shot parkın en eğlenceli atraksiyonuydu.
Onun dışında genel roller-coaster
kavramından biraz farklı olan Sky Wheel da baya iyiydi.
Tatilya’dan kalma bir alışkanlık olacak su kaydırağında da baya
vakit harcadık. Deli gibi ıslandık.
Akşam saat 17:30a kadar parkta vakit
geçirdikten sonra Münih’e geri dönmek için trene bindik.
-Reklam- Fiyat/Kalite oranı yüksek olan Skyline Park eğlence severler için doğru adres.-Reklam bitti- .
![]() |
Skyline Hatırası |
![]() |
Dönme dolaptan parkın genel görünüşü (sol tarafta Sky Wheel, sağ tarafta Sky Shot) |
![]() |
Münih’e dönünce garın hemen
yanındaki “Türk mahallesine” alışverişe gittik. Lidl adında adeta Almanya’nın Bim’i olan marketten yiyecek aldık. Bu arada kalacak yeri daha ayarlamamıştık.
Gideceğimiz şehirde kalacağımız yerleri
genelde yola çıkacağımız şehirden hallediyorduk. Yaz sezonu için riskli bir
işti ama çadır kampında yer sıkıntısı olmuyordu. Zafer’le Evren Almanya-İspanya maçını izlemek için garda
kaldılar. Biz kalacak yer bakmak için yakındaki internet kafeye gittik. “The Tent” adında şehir merkezine çok uzak
olmayan bir yer bulduk. Gara geri döndüğümüzde Almanya maçı kaybetmişti. (Gereksiz:
Bulunduğumuz ülkenin takımı maçlarını kaybetti hep. İspanya dua etsin finalden
sonra oraya gittik.) Kamp alanına gitmek için tramvaya çevrede maçı izleyen
üzgün ve sarhoş insanlarla birlikte binme gafletinde bulunduk ve sırtımızdaki
devasa çantalarla metrekareye 10 sarhoş, 5 şişman, 2 ortası bomboş oraya doğru
ilerler misinizci abi, 4 yaşlı, 4 şişman
ve yaşlı, 6 şişman, yaşlı ve sarhoş almanın düştüğü bir tramvayla kamp alanına
gitmeye çalışıyorduk. Yolculuk çok büyük eziyetti.
“ Bu tür kalabalık ortamlarda seyahatte sırt çantası biraz zorluk
çıkarıyor. Çekçekli çantayı ayağının dibine koyup seyahat etmek daha avantajlı
oluyor.”
Kamp alanına vardığımızda kalabalık bir grup
ateşin başına toplanmıştı ve gitar çalmayı biliyorum ve kız düşürmek istiyorum
eyleminin evrensel şarkısı olan Wonderwall’ı söylüyorlardı. Ortam ne güzelmiş
dememin 10.saniyesinde şarkıyı kesip, ateşi söndürüp yatmaya gittiler. Sanırım
saatin geç olmasından ötürü yatmaya hazırlanan diğer insanları rahatsız etmemek için kampta uygulanan kural gibi bir şeymiş bu. Etraf
sakinleşince biz de çadır işini halletmek için bize verilen yere gittik. Bu
arada ücret olarak kişi başı 8€ gibi az bir para verdiğimizi de ekleyeyim. Bizim için kampların
en büyük avantajı buydu zaten. Bu arada Evrenlerin çadırda problem vardı
iplerden biri yerinden çıkmıştı(kopmuş da olabilir) her taraf karanlıktı ve
doğru düzgün bir şey gözükmüyordu. El fenerlerini açtık ve bir saat tamir için
uğraştık. Saat bir buçuğa doğru anca yattık.
![]() |
The Tent'ten bir görünüm (DEVAMI DİĞER SAYFADA) |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder