17 Nisan 2013 Çarşamba

SEYAHAT || I.BÖLÜM (DEVAMI)

  8 Temmuz 2010 Münih


   Sabah 9 gibi uyandık ve eşyalarımızı toplayıp kamptan ayrıldık. Çantaları garda kilitleyip Münih’i gezmeye başlayacaktık. Bu arada kilit parasını makine yuttu. Yardım istediğimiz görevli Türk’tü. Sağolsun hemen parayı kurtardı. Münih’te şehir merkezini,  Deutsches Museum’u ve Englischer Garten’ı gezdik. Buralarla ilgili söylebileceğim müzedeki elektrik şovu çok dandik yarım saat beklemeye gerek yok bir bakıp çıkılabilir. Onun dışında bir sürü ıvır zıvır var. Englischer Garten’da hoş olmayan çıplak insanlar vardı. :/  Yeşil alan çoktu. Oturan, piknik yapan, voleybol oynayan, yüzen bir sürü kişi vardı. Biz de akşam trenin kalkış vaktini beklerken oturup 51 oynayarak vakit geçirdik. 
Neuhauser Strasse

Deutsches Museum girişi

Englischer Garten


8-9 Temmuz 2010 Münih -> Berlin

     Berlin’e geçerken yine gece trenini tercih ettik. Sanırım hayatımın en kötü anlarından birini o trende yaşadım. Tren epey kalabalıktı. Yine de şans eseri dört kişi aynı kompartımanda yer bulabilmiştik. Bu sefer yanımızda biri orta yaşlı biri daha genç iki adet Meksikalı abi de vardı. Pek sesleri çıkmıyordu. Sakin tiplerdi. Almanya tren kalitesi olarak en üst seviyeydi fakat aynı şeyi gece trenleri için söyleyemeyeceğim. Bindiğimiz tüm gece trenleri kötüydü. Bu seferki havasız ve rahatsız bir trendi. Oturduğumuz kısım eşyalarımız yüzünden tıkış tıkış oldu. Hareket edecek yer kalmadı. Meksikalı ağabeyler pencere kenarlarını kapmıştı. Bize de kapı tarafı kalmıştı. Yolculuk çok kötü başlamadı aslında. Kapı tarafından olduğum için gelen geçeni izliyordum. Benden yaşça biraz büyük duran güzel bir kız bizim bölümün önünden geçip duruyordu. Bakıştık ama koca trende izini kaybettim :/


   Gece 2’ye doğru tamamen koptu olay. Tren yolculuğunu Cumhan defterine özetlemiş zaten ondan aynen buraya aktarıyorum:

   “Tren yolculuğumuz gayet kötü geçti. Doğru dürüst uyuyamadık, çok sıcaktı ve Anıl birazcık kafayı yedi.”

      Müthiş özetlemiş. Yolculuk boyunca sonraları diğer üçlünün de başına gelecek olan piyango ilk bana vurdu. Uyumaya çalışırken garip bir tren yolculuğu etkisi yaşadım. Yazıya dökmek biraz zor olacak. Gözlerimi kapatıp uykuya geçme evresinde çok gerçekçi, halüsinasyon tarzı şeyler gördüm.  Valencia-Barcelona arası trende gördüğüm  daha açıklayıcı olabilir bu konuda:


   Barcelona treni  Flashforward-> Görevliler yolculuk öncesi müzik dinlemek isteyenler için vagonda kulaklık dağıttılar. Bu gerçekte olan kısımdı. Yolculuk başladı ve epey zaman geçti. Ben uykuya dalarken görevliler kapıyı çalıp aynı şekilde şampanya ikram ettiler bize. Görevliye gülümseyip bardağı tam alacakken gözümü açtım kimse yoktu ve aynı noktaya bakıyordum hayalde de gerçekte de. Evren de nerede olduğunu hatırlamıyorum ama bir trende Zafer’in yanındaki koltuktan kalkıp trenden indiğini görmüş ve nereye gidiyorsun demiş ondan yanıt alamayıp panik yaparken uyanmış ve Zafer yanında oturuyormuş. Cumhan’dan da siyahi bir teyze yer istemiş trende. Tam olmaz diyecekken gözünü açmış karşısında kimse yokmuş tabi. Anlattığım şeyler rüyaya benziyor ama rüyadan daha gerçekçi görüntülerdi ve çok kısa sürüyordu hepsi. Cidden o kadar gerçekçiydi ki gözümü açınca büyük bir huzursuzluk hissediyordum.

   Berlin treninde yaşadığım bunların en yoğunuydu sanırım ve tam olarak ne olduğunu anlamamıştım.  Bu arada bunlar olurken Evren hafif nezleydi o yüzden erken uyumuştu, Zafer uykuya dalmıştı, Cumhan ise defterine Münih’i yazıyordu.

   “Cumhan iyi değilim ben.” dedim. Bu sırada yazı yazmayı bitirmişti. Neyim olduğunu sordu anlatamadım tam. “Uykuya dalarken deliriyorum, hayal gibi bir şeyler.. Biraz uyumayayım. Konuşalım azcık. Sonra geçer heralde” dedim.

   Cumhan’dan gelen yanıt efsaneydi: “Abi yorgunluktandır. Uyu geçer.”

   “Lan uyuyamıyorum işte uyumaya çalışınca oluyor zaten. İki dakika sohbet edelim kafam dağılsın.”

   En son “Abi kusura bakma çok yorgunum. Zafer’de uyku ilacı var söyle onu versin sana. Gözlerim kapanıyor artık. Hadi iyi geceler sana.” dedi ve uyudu adam. Cumhan tekrar defterine ne yazmış bununla ilgili sonradan okuyorum: “Tren yolculuğumuz gayet kötü geçti. Doğru dürüst uyuyamadık, çok sıcaktı ve Anıl birazcık kafayı yedi. Fakat dinleyecek pek halim kalmadığı için kısa sürede uyuyakaldım ama berbat bir uyku uyuyabildim.” Allah razı olsun Cumhan.

   Evren hasta olduğu için onu uyandırmak istemedim. Son çare uyku ilacını istemek için Zafer’i dürttüm. Zafer de yorgunluğun etkisinden olacak ağır bir uykudaydı ve uyanmadı. Tam olarak uyanmadı yani. Yarı uykudayken ona “Zafer uyku ilacın nerde?” diye sordum.  “Çantada”  dedi. Çantaya ulaşmak kolay değildi. Yerini tam olarak belirlemek için “Çantanın neresinde?”diye sorunca cevap olarak kısa ve öz bir şekilde “Yok” yanıtını aldım ve Zafer tekrardan uykuya daldı. Daha da uyandıramadım onu. Sonradan sordum bu diyalogu hatırlamıyor. Uyku ilacı da yanında yokmuş zaten.

    Yapacak bir şey olmadığı için kompartımandan çıktım. Tren büyüktü baya. Başından sonuna abartmıyorum en az 20 tur atmışımdır sakinleşebilmek için. Alman görevlilerin gözünün içine bakıyorum bir şeyler sorsunlar diye ama nafile. Konuşma başlatmaya çalışsam hiç konuşacak havada değillerdi. En son eşya ve koltuk olmayan bisikletlerin konulduğu ara vagonun ortasına çöktüm öyle kalakaldım yarım saat. Tren bir yerde durdu. Bir an için inmeyi düşünmedim değil. Neyse ki salakça bir şey yapmamışım o gün. Anlamsız bir şekilde oturmaya devam ederken yolculuk başında bakıştığım kız benim tarafa doğru geliyordu. Hemen ayağa fırladım. Konuşacak birini ararken en güzel aday bana doğru geliyordu. Onun olduğu kısma doğru geçmek için ara kapıyı açtım ve tam o sırada tren başka bir durakta durmuştu. Kız açtığım kapıdan geçti (geçmesi için açmışım gibi oldu.) kibar davranışım için olacak bana teşekkür etti, gülümsedi ve trenden indi. Muhteşem gecenin finali de muhteşem oldu.

   Kompartımana dönünce Evren’in uyandığını gördüm. Uykusu vardı. Olayı anlatınca “Sohbet edelim o zaman.” dedi ben daha sormadan. Sağolsun. Benim için Interrail’in en güzel hareketidir.  (Eyv. karşim selam yolluyorum buradan sana asdhashdff) Evren’le sohbet ederken sızmışım zaten.

    Uyandığımda sabah olmuştu ve Berlin’e gelmek üzereydik. Berlin Hauptbahnhof’un 2006 Dünya Kupası için yenilendiğini biliyordum. Gerçekten devasa bir yer olmuş. Trenlerin durduğu yerin 4-5 kat altına kadar alışveriş merkezi yapılmış onun da altında şehrin içine giden metro hattı kurgulanmış.


Berlin Hauptbahnhof

   Kamp alanımız bu sefer şehre baya yakındı. Gara on dakikalık yürüme mesafedeydi. Eski bir spor tesisini çadır kampı yapmışlardı.  Hemen yerleşip şehir turu yapmak için ayrıldık. İlk gün Brandenburger Tor ve müzeleri gezme kararı aldık. İkinci güne de Berlin Duvarı ile ilgili yerleri ve hayvanat bahçesini bıraktık.
   
Brandenburger Tor

   İlk olarak Brandenburger Tor’a gittik. Berlin’in simgelerinden olan kapı Berlin’in en ünlü caddelerinden biri olan Unter den Linden’e açılıyor. Hemen bitişiğinde Michael Jackson’ın çocuğu balkonda şekilden şekle sokup düşüreyazdığı otel var. Caddede yürürken susadım  ve hemen yakındaki büfeye gittim. Şansıma büfe Sultan su  satıyordu.  Ama 1€’ydu su.(Çakallar) Hava çok sıcaktı ve mineralli su içmekten sıkıldığım için aldım hemen. Caddenin sonunda bulunan Museum Insel’e (Müze adası) gelince ilk durağımız olan Pergamon Müzesine giriş yaptık. Giriş ücretini hatırlayamadım ama Interrail’a gitmeden önce aldığımız öğrenci kartı sayesinde indirim almış olabiliriz.  
Müze Girişi
  
 Öğrenci kartına (ISIC Card) gelince eğer çok müze gezeceğim diyorsanız kartın avantajı oluyor. Ama birkaç müze için maliyeti kurtarmıyor. Birçok  yerde Avrupa birliği üyesi olmayan ülke öğrencilerine indirim bile yapmıyorlar malesef.”


Bergama Tapınağı



      Pergamon Müzesi baya etkileyici. Bizden parçalayarak götürdükleri Bergama Tapınağı’nı orada tekrar inşa etmişler. Tapınağı anlatan rehber birkaç parçası eksik diyince nasıl üzüldüm anlatamam. :(((  Tapınak dışında müzede irili ufaklı bir sürü heykel ve kalıntı vardı. Müze gezmeyi pek sevmeyen bir adam olarak kısa bir süre sonra sıkılmadım dersem yalan olur. Hatta belli bir yerden sonra sıkılıp kendimi dışarı attım. Gittim dondurma alıp müze merdivenlerinde gölge tarafa yayıldım. Yirmi dakika sonra bizimkiler de çıktı müzeden. Sonradan öğrendim ki fazla bir şey de kaçırmamışım. Pergamon müzesinden sonra sıra hemen yanındaki Altes Museum’a girdik. Altes Museum ve sonrasında girdiğimiz Neues Museum antik çağlarla ilgili materyalleri içeriyordu. 


   İki müzeyi de dolaştıktan sonra Neues Museum’un önünde oturduk ve “Şu an evde olsak oturup dizi izlerdik. Cipsler, kolalar… Akşam yemeğinde dolma yerdik” muhabbetini yaptık. Bu tarz şeyleri ilk olarak burada konuştuk. Geziye başlayalı çok az olmuştu ama yorgunluk ve sıcağın etkisi bizi bu konuşmaya itmişti. Başkent olmasından mı nedir Berlin de biraz Ankara havası da vardı. Benim için hala Münih Berlin’den daha güzeldir. Müze önündeki fıskiye de serinledikten sonra Berliner Dom önünde fotoğraf çektik. Gerçekten heybetli bir yerdi. Alexanderplatz’a da uğrayıp, akşama doğru geziyi sonlandırdık. Akşam yemeği olarak ton balıklı sandviç ve kuru fasulye pilaki muhteşem ikilisiyle karnımızı doyurduk. Biraz oturup sohbet ettikten sonra uyuduk.



Berliner Dom
Berlin ilk gün rota





10 Temmuz 2010 Berlin



   Sabah kalkıp duş aldıktan sonra garda kahvaltı yaptık. Yeterli beslenmeme etkisini göstermeye başlamıştı. Güne yorgun başlıyorduk. Bunu biraz telafi etmek için aklıma Amsterdam’a geçerken yol üzerinde bulunan Hannover’deki akrabama uğramak geldi. Annemin bir halası ve iki amcası orada yaşıyordu. Hemen Hatice Hala’ya telefon ettim. Almanya’da olduğumu duyunca şaşırdı. Hannover’den yakınsan uğra der demez “Benden başka üç misafiri daha kabul edersen neden olmasın” dedim. Tabi onları da misafir ederiz cevabını alınca Survivor’da ödül oyunu kazanmışçasına sevindim. Geceye doğru oraya varacağımızı söyledim ve telefonu kapattım.  


   Gardan çıkıp önce Berlin duvarıyla ilgili yerlere gidecektik. Şimdi bir daha düşününce Berlin’i grup olarak sevmememizin en büyük nedeni yaptığımız saçma rota tercihimiz olabilir. 2010 yılında Almanya’da son yılların en sıcak yaz mevsimi yaşanıyordu. O da bizi vurmuştu. Telef olmamızda onun da etkisi büyüktü.

   
  İlk önce Sony Center’a girdik. Mimari açıdan değişik bir yerdi. Ortasındaki avluda yemek yerleri vardı. İnsanlar kafelere doluşmuş serinlemeye çalışıyorlardı. Bir sürü mağazanın içinde Lego delisi biri olduğum için hemen orada bulunan Lego mağazasına girdim. Bu arada sabah kamptan çıkmadan önce rutin sayımımı yaparken 50€ eksik olduğunu fark ettim. Parayı kaybedip kaybetmediğimden emin değildim ama parayı bulamayınca moralim epey bozuldu. Normalde Berlin’den lego almayı planlıyordum ama kendime ceza vererek mağazadan hiçbir şey almadan çıktım. Sadece mağaza önündeki legodan yapılma zürafanın önünde foto çektirdik.  Sony Center’dan sonra Checkpoint Charlie’nin bulunduğu yere gittik. Hikayesini uzun uzadıya anlatamayacağım. (Merak edenler için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Checkpoint_Charlie)
Sony Center

Legodan Zürafa

   Burayı ve duvar kalıntılarının olduğu yerleri dolaştıktan sonra hayvanat bahçesine geçmeye karar verdik. Yaklaşık 40 derece sıcakta yarım saattir yürüyorduk. İki saat önce gezdiğimiz Sony Center’ın önünden geçip hayvanat bahçesi girişine benzeyen yerde durduk. Burada turuncu kıyafetli 5-6 işçi gölgede oturmuş, kendi aralarında konuşuyorlardı. Biz de o sırada giriş ücretini ödeyeceğimiz yeri bulmak için uğraşıyorduk. Kendi aramızda konuşurken işçilerden biri yanımıza geldi ve “Hayırdır gençler” dedi. Her 5 kişiden 1’inin Türk çıktığı Almanya’da Türk’e rastlamak hala şaşırtıyordu bizi.

    İşçi abiye “Tiergarten burası mı abi” diye sorduk. Bir Türk’e niye hayvanat bahçesi yerine Tiergarten deriz hala aklım almıyor. Abi “Evet Tiergarten buradan içerisi.” diye cevap verdi. Parayı nereye ödeyeceğimizi sorunca giriş ücretsiz yanıtını aldık. Sıcaktan aklımız bulanmış olacak hayvanat bahçesine girişin niye parasız olduğunu sorgulamadık bile. Oo süpermiş Almanya işte yæ tepkisi verdik sadece. Bu arada abi son olarak içeriye şişe almadıklarını ve içeride kendimize dikkat etmemizi söyledi. Bunu da içerideki hayvanları söylüyor heralde bahanesiyle geçiştirdik. Abinin bize söylediklerinin birini sorgulasak o gün ordan içeri girmezdik eminim.

   Abiyle vedalaştıktan sonra içeri girdik. Arkamıza da 5-6 kişilik çinli turist grubu ile İspanyol bir aile takılmıştı. Yaklaşık yarım saat yürüdük ve hayvanat bahçesinin ana kapısını bulamadık. Arada yanımızdan hızlıca polisler geçiyordu başka da kimseler yoktu parkta. Parkın iç tarafında çimenlere doğru yayılmış bir sürü insan vardı. Biraz daha dolandık en son göletimsi bir yere gelince orada kuğu aradık (parkın hayvanat bahçesine benzetebilmek için ne kadar çabaladık anlatamam) ama nafile her haliyle ıssız bir yerdi. Bu arada önce Çinli kafile birer birer kayboldu. Sonra da İspanyol aile başka yöne gitti. Sularımızı girişte çöpe attığımız için susuzluğumuz tavana vurmuştu. 

   Susuz bir şekilde ilerlerken en son coca cola yazılarıyla donatılmış ortasında dev ekran bulunan geniş bir alana çıktık. Acı gerçeği orada bulunanlardan öğrendik. Meğer içeriye girdiğimiz yerin hayvanat bahçesiyle hiç alakası yokmuş. Almancada Hayvanat Bahçesi  anlamına gelen Tiergarten Berlin’deki parkın adıymış(!) biz de sürekli Tiergarten diye sorduğumuzdan bizi buraya yönlendirmişler. Bugün de coca cola sponsorluğunda Almanya’nın üçüncülük maçı burada izlenecekmiş. O yüzden içecek bir şey alınmıyormuş içeriye. Dikkatli olma uyarısını almamızın sebebi de bir sürü evsiz insanın burada konaklıyor olmasıymış. Parkta dolaşan polisler de güvenlik nedeniyle dolaşıyordu sanırım.  İşin daha da kötü bir yanı vardı. Sınırlı sayıda izleyici alınacağı için parkın diğer bütün çıkışları kapatılmıştı ve gitmek istediğimiz yer giriş yaptığımız yerin tam tersi istikametteydi. 
Tiergarten'da çok mutluyuz

   Hüsrana uğramış şekilde geri mi döneceğiz şimdi o kadar yolu diye düşünürken. Parkın kapatılan çıkışlarından birinde bir boşluk fark ettik. O boşluktan caddeye çıktık ve yolun kenarına oturduk. Cumhan’la biz sinirden gülmeye başladık.  Flashforward -> Amsterdam’da daha hazini var bu gülüşün.

   Adresten emin olmak için yoldan geçen birine sormak istedim. Bir tane çocuklu ablayı durdurdum. Hem almanca hem İngilizce sordum. Özellikle zoo diyip durdum. Almanca sorarken Das Zoo der demez Der Zoo diye düzeltti hemen abla.(real grammer nazi) Ablam vücut diliyle uzak ya buradan mesajını verince moralim bozulmadı değil. Daha sonra bulunduğumuz caddeyi takip etmemizi tabelaları göreceğimizi söyleyip yanımızdan ayrıldı. Biz de yürüyüşümüze devam ettik. Yolun üzerindeki Kore Büyükelçiliği’nin bahçesindeki çiçeklere su fışkırtan aparatın suyu dışarı kadar geliyordu. Onun altından geçip serinledik. Yolun çoğu bitmişti. Hayvanat bahçesine giriş yaptığımızda tüm bu yorgunluğa değecek bir şeyler görmek istiyorduk fakat sonuç yine hüsran oldu.

   Darıca Hayvanat bahçesinden hallice bir yerdi. Tamam belki hayvan çeşidi daha fazla ama  hayvanlar bozulmuş çalışmıyorlar bildiğin. Sen kangurusun yürüyerek dolaşmak yakışır mı sana ya? Biraz zıpla da bir anlamı olsun. Penguenler desen güney kutbu tribindeler. Çoğu kıpırdamıyor bile. Maaş kuyruğunu girmiş gibi ayakta bekliyorlar.  (Zafer penguenlere söverken önündeki direği görmeyip kafasını direğe çarptı bu arada. -> Günün en komik anı) Pandası desen hayata küsmüş psikolojik yardım alması lazım. Üç gram kalan neşem de orada bitti zaten.
Depresif  panda

Yürüyen kanguru

Buz tutmuş penguen

Sana diyecek bir lafım yok ayı kardeş.


    Onun dışında tüm bahçeyi dolaştıktan sonra kamp alanına geri dönüp eşyalarımızı aldık ve Hannover’e gitmek üzere gara geçtik.


Berlin ikinci gün rotası


-BİRİNCİ BÖLÜM SONU-



GENEL DEĞERLENDİRME
                 Evren       Cumhan        Zafer         Anıl       TOPLAM
Zürih              7              9               6,5             7              29,5
Münih            8              8               7,5             8,5            32

Berlin             6              8               5,5             6               25,5



II. BÖLÜM :  “Çakıyı çıkar çabuk!”

 11-18 Temmuz 2010 (Hannover-> Amsterdam -> Brüksel -> Paris)
(ÇOK YAKINDA)



SEYAHAT ||  BİRİNCİ BÖLÜM:  “Tiergarten burası mı abi?”

6  Temmuz 2010 -  İSTANBUL -> BASEL

   Bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra sabah saat on gibi Sabiha Gökçen Havalimanı’nda buluştuktan sonra sırtımızda on beşer kiloluk devasa çantalarımızla beraber uçağa doğru yöneldik.

 “Çantanın büyüklüğü, tipi, kilosu gezi için çok önemli. Biz geziyi 40 gün olarak planladığımız ve çadırda kalacağımız için dolu çantalarla yola çıktık. Bazılarımızın çantasında konserve bile vardı.”

   Uçağa girmeden önce son kontrolü yapan yer hostesi nereye gideceğimizi sordu. Biz de önce İsviçre’ye gidip oradan başka ülkelere geçeceğimizi söyledik. Hostes “Yalnız sizin vizenize tek giriş için onay verilmiş girdiğiniz ülke dışına çıkamazsınız.” diyerek interrailin ilk şokunu yaşatmış oldu bize. Şoktan çıktıktan sonra görevli kadına “Nasıl ya o Türkiye’ye döndükten sonra işlemiyor mu? Yanlışınız var.”  itirazımızdan sonra tam kendi aramızda “Abi ne vardı vize alırken multiple işaretleseydik ya!” kederine düşecekken başka birine sorma ihtiyacı hissettik. Aklımdan “Uçuş görevlisi bilmeyecek de kim bilecek bittik biz beyler!” benzeri panik cümleleri geçirirken, en kötü senaryoyu düşünmeye başlamıştım bile. “O zaman biz de Fransa tarafından çıkarız Paris, Bordo, Lille, Lyon 1 ay gezeriz. Disneyland’a falan gideriz hem :/ ” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum.
   
   Olanları düşünürken bir anda Avrupa’yı tek çıkışlı vizeyle yakalanma riskini göze alıp kaçak olarak dolaşma fikri geldi. Bizimkilere “Tamam abi hallederiz bi şekilde.” diyecekken, vizemizi kontrol eden kadının görevli arkadaşı elimizdekinin tek girişli bir vize olduğunu onayladı ama tek girişin Türkiye’ye tekrar döndüğümüz an geçerli olacağını söyledi. Yani bizim bildiğimiz şekildeymiş tek giriş olayı. Görevli kadına teşekkür edip, ilk şoku atlatarak uçağa geçtik. Buradan bizi daha ilk dakikadan bitirmeye çalışan bilgisiz uçuş görevlisine selam yolluyorum. (geri zekalı)
   
   Uçak yolculuğumuz sıkıntısız geçti sayılır. Bir ara basıncın etkisiyle, hafif nezle olan Zafer’in başı ağrıdı ama indikten sonra düzeldi. Bu arada minimum parayla interrail hedefimizin ilk adımını uçakta satılan yiyeceklere para vermeyip çantadaki sandviçleri yiyerek atmış olduk. (Pegasus’ta su bile parayla biliyor musunuz ajksdhajsh)


BASEL -> ZÜRİH
   
   Uçak Basel-Mullhouse Havalimanı’na inince hemen saatleri bir saat geriye aldık. Uçaktan inip çantalarımızı beklemeye başladık. Çantaları aldıktan sonra Cumhan ve Evren’in çantaları hafif yağlanmıştı. Başka çantadan mı bulaştı diye düşünürken acı gerçeği fark ettik. Çantadaki konservelerden birkaçı uçuş sırasında patlamıştı.  Geziye başlar başlamaz ilk talihsizliği yaşamıştık. Yaklaşık bir saatimizi çantaları temizlemeye ayırdık. 

   Yurtdışında ilk konuştuğumuz kişi olan havalimanı görevlisi teyze yanımıza gelip şu an hatırlayamadığım bir şiveyle: 
   “Hayırdır gençler yardım lazım mı?” diye sordu.  
    Hehee türkle karşılaştık ya tesadüfe bak istesen olmaz diye düşünürken (gezi boyunca bilinçli veya bilinçsiz olarak konuştuğumuz insanların 3’te 1’i Türk çıktı) teyze bir yandan da yanındaki siyahi arkadaşına Fransızca bir şeyler anlatıyordu. Ona teşekkür ettik ve çantaları toparlamaya devam ettik. 

   Temizleme işini hallettikten sonra çıkışa yöneldik. Basel’e gideceğimiz için havalimanının İsviçre çıkışından çıkmak gerekiyordu. Fransa ile İsviçre çıkışı ayrıydı ve birbirlerine geçiş imkanı yoktu. Zafer’le beraber kapıdan çıkacakmış gibi yapıp İsviçre çıkışından sıraya girdik. Çıkıştaki adam geçenlerden bazılarını durdurup pasaportlarına bakıyordu. Sonradan düşününce büyük eşyaları olanları durdurduğunu anladık ama buradan çıkarsak ya bizi de durdurup Fransa çıkışına yönlendirirse endişesi hakimdi bizde. Yer hostesi bizi öyle bir etkilemiş ki Fransa çıkışından çıkarsak sanki İsviçre’ye bir daha giremeyecekmişiz gibi bir hava hakimdi bizde. Aslında Fransa çıkışından çıksak elbette bir şekilde Basel’e geri dönerdik ama çantaları temizlerken epey vakit harcamıştık. O yüzden bir an önce yola koyulmak istedik.
   
   Bu arada Evren ve Cumhan yurtdışından evi aramak için kart almışlardı. Ama orada çalıştırmayı beceremediler. Herkes bir araya toplanınca son derece cool bir şekilde İsviçre çıkışından geçmeye karar verdik. Çantaları koyduğumuz arabayla kapıda duran adama sahte gülüşler atarak apar topar kapıdan çıktık. İsviçre sınırına ayak basmıştık. Basel şehir merkezindeki tren istasyonuna gidip direk Zürih’e geçecektik. Basel’i gezmeme kararı almıştık. Basel ile ilgili olarak aklımda kalan tek şey yolculuk yaptığımız otobüs oldu. Otobüsle gara giderken kısa bir Basel turu attık. Otobüste şimdi metrobüslerde ve otobüslerde kullanılmaya başlanan ekranda durak isimlerini gösterme özelliği vardı. Bir tek onu hatırlıyorum.  
   
   Gara sorunsuz ulaştık.  Interrail biletimizi ilk kez Basel- Zürih arası kullanacaktık. Kullanım hakkında pek bilgimiz olmadığı için bilet gişesi sırasına girdik. Bileti gösterip tren bileti alacağımızı düşündüm. Gişedeki görevli buna gerek olmadığını trendeki kontrolörlere göstermemizin  yeterli olacağını söyledi. Ama her rotada işleyişin böyle olmadığını söylemedi ve bilet işini her yerde bu şekilde sanmamız trenden kovulmamıza yol açacaktı ilerleyen günlerde.  16:07 trenine bindik ve Zürih’e doğru hareket ettik.

Evren'le Basel Hauptbahnhof

    
   Zürih’e vardığımızda uzun süre çantaları koyacak bir yer aradık. Tüm garı gezdik ama bagaj bölümünü bulamadık. En son bir bilene sormak aklımıza geldi. Birkaç kişiye sorup sonuç alamadık ve aklımıza Türk birilerini bulmak geldi. "Türk var mı!" diye bağırmamızın 15.saniyesinde hemen bir gurbetçi abi geldi ve bize yardım etti.
  
   “Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşırsanız Türk çağırmaktan çekinmeyin. Saniyesinde yetişiyorlar yardımınıza.”
   
   Dolaba 8 frank verdik.(Zürih cidden pahalı) Çantaları bıraktıktan sonra gece treni bilgisi öğrenmek için danışmaya gittik. Gece treni olduğunu ama rezervasyon için yer olmadığı söylendi. Şansımızı deneyip boş yer arayacaktık.
   
   Gece treninden önce Zürih’i gezmek için gardan çıktık. Meydanda bineceğimiz tramvay için bilet alım yeri görmediğimiz için biletsiz bindik. İlk hedef Zoological Museum’du. Onun yakınlarındaki bir durakta tramvaydan indik. Bir türlü gideceğimiz yeri bulamadık ve nereye gittiğimizi bilmeden yürümeye devam ettik. Yollarda bir sürü çeşme fark ettik ama hiç oradan su içene denk gelmemiştik. Bu yüzden çeşme suyunun içilip içilmediğini bilmiyorduk. Susamaya başlamıştık. Normal su bulmak zordu. Oradakiler genellikle mineral wasser tüketiyorlardı.
   
   Yolun kenarında amaçsız bir şekilde dururken  iyi giyimli güzel bir hanımefendi(bence melekti) yanımıza gelip yardıma mı ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Tip olarak Acun Firarda’da Acun’un yolunu kesip kıyafetlerini incelediği kızlara benziyordu. Arka planda çalan 50 Cent şarkıları eksikti sadece.  Kız gideceğimiz yeri tarif etti aynı zamanda Zürih’teki tüm çeşme sularını içebileceğimizi söyledi.
   
   Sevinçle çeşmeye koştuk ve su içtik. Boş şişeleri doldurduk.

Suların içilebilir olduğunu öğrendikten sonra biz




   Meleğin verdiği tarifle müzeyi kolayca bulduk fakat müze kapanmıştı. Yazın saatin nasıl geçtiğini fark edemiyorsun. Günlük güneşlik hava varken saat yediyi geçmişti ve müze doğal olarak kapalıydı. Ama müzeye giriş kapısı arasıra açılıyordu ve içeriye şık insanlar giriyordu. Açılan kapıdan faydalanıp biz de içeri sızdık.  İçeride davet gibi bir organizasyon ve yiyecek içecek servisi vardı. Çok şüphe çekmemek için direk müze kısmına ilerledik. Müzenin esas kapısı kilitlenmişti. Camdan meşhur dinozor maketini görebiliyorduk. Oradan içeriye giremeyeceğimizi anlayınca binayı dolaşmaya karar verdik. Müzenin bulunduğu bina aynı zamanda üniversite kampüsüydü ve hocaların odaları da oradaydı. Zafer ve Cumhan kapıdaki iletişim bilgilerine saçma şeyler yazarak eğlendiler. Davete katılmayı düşündük ama tipimizden oraya ait olmadığımız kolaylıkla anlaşılacağı için vazgeçtik. İhtiyaç molası verip Zürih Gölü kenarına geçmeye karar verdik.
      
   Göl kenarında bir sürü müzisyen amatör olarak sahne alıyordu. Cıvıl cıvıl bir yerdi ve göl çok güzel gözüküyordu. Civarda biraz dolaştıktan sonra hediyelik eşya satan bir kulübeye uğradık. Zafer burada kartpostal alıp Türkiye’ye yolladı fakat pul koymadan attı. Kartpostalın gidip gitmeyeceği konusunda şüphelerimiz vardı. Ama sonradan öğrendik ki tüm yolladığı kartpostallar yerine ulaşmış.  Geri kalan hediyelik eşyalar aşırı pahalıydı. Bir şey almadık.

   “İsviçre’den en azından Zürih’ten pulsuz kartpostal atarsanız adrese ulaşıyor.”           
(%100 çalışıyor mu bilmem)”

 
Zaferciğim ilk kartpostalını atarken

   Sonra buranın en ünlü caddesi olan Bahnhofstrasse’yi  yürüdük. Cadde çok tenhaydı. Akşam olmaya başlayınca ilk defa yurtdışında olup gidecek bir yerimiz olmadığını fark ettik. Garip bir duyguydu. Uzun soluklu bir geziye çıktığımızı ilk orada anladık.
    
   Ana caddede çoğu yer kapanmıştı.  Akşam olunca açık kapı kalmayan klasik bir Avrupa kentiydi Zürih. Birkaç ufak dükkan ve Götte Optik (ehemehe) açıktı ama.
  
   Bu arada o saatte Hollanda’nın maçı vardı sanırım birkaç yerden maç izleyenlerin sesini duyduk ve turuncunun hakim olduğu insanlar gördük. Ara yolda yürürken 4 tane kız yanımıza geldi. Almanca konuşmaya başladılar. Almanca bilmediğimizi söyledik. İngilizce olarak size bir kadın resmi göstericez (gösterdiler) siz de kameraya onla ilgili bir şeyler söyleyeceksiniz dediler. Hayır diyip oradan uzadık. (Niye hayır dedik ben de bilmiyorum :/ Resimdeki kadın güzel değildi ama.)
  
    Garın oraya geri yürüyüp gar yakınındaki –Reklam- Coop market’e  -Reklam bitti-  girdik. Çikolata, püskevit, icetea, capri sun aldık. Gara geri döndüğümüzde Cumhan’la ben trenlerin olduğu yere gittik. İki katlı bir trene binip geniş koltuklarına yayıldık biraz.  Daha sonra danışmaya tekrar gittik ve bineceğimiz gece trenin aktarmalı bir tren olduğunu öğrendik.  Viyana trenine binip Salzburg’da inecek oradan da Münih’e giden trene binecektik. Trenin kalkış saatine çok az kalmıştı. Eşyalarımızı dolaptan alıp trene doğru ilerledik

 

6-7  Temmuz 2010  -  ZÜRİH -> SALZBURG -> MÜNİH
   
   Trene binip kendimize hemen bir tane kompartıman kaptık. Eğer kompartımanın camındaki mini tabelada hiçbir isim yazmazsa o bölümün boş olduğu anlaşılıyordu.  Normalde 6 kişi alan kompartımana  eşyalarımızı yayarak sonradan gelenler için valla burası daha fazla kişi almaz kardeş görünümü verdik. Akşam treni sandığımız kadar kalabalık değildi ve oturduğumuz bölüme kimse gelmedi. Ertesi gün sabah saatlerinde Münih’te olacaktık. Oturup sohbet etmeye başladık Cumhan da defterine ilk günün özetini yazıyordu. Zürih’i  sevdik . Her yönüyle sakin, modern ve lüks yaşanabilir bir şehir olarak aklımızda kaldı. Zaten bir tane şehri gezdiğimiz için doğal olarak 1 numaradaydı ve belli bir süre de liderliğini sürdürecekti.

İlk gece treni
   Tren Salzburg’a doğru ilerlerken çarpma, ezilme sesi gibi bir şey duyduk ve tren aniden yavaşlayıp durdu. Zafer trenin birine çarpmış olabileceğini ve o anda anacuğum diye bir ses duyduğunu söyledi. Çarpış anında çıkan sesi hatırladığımızda ilk günün duygu karmaşasından olacak anlamsız bir şekilde yarım saat aralıksız güldüğümüzü hatırlıyorum. (Anlatınca komik durmadı evet.) Sonradan trenin kontrol için durduğu sonucunu çıkarttık. Çünkü tren tekrar hareket ettikten sonra kompartımanlarda bilet/pasaport kontrolü yapıldı. Bu bizim ikinci kontrolümüzdü ve herkesin interrail’in ne olduğunu bilip/bilmediği konusunda şüphelerimiz vardı. Ama çok kişi tarafından yapıldığından olacak hemen hemen herkesin haberi vardı bu uygulamadan.  Biletlerimizden sonra pasaportlarımızı da kontrol eden görevli kompartmandan ayrılınıca biz de uyuma hazırlıklarına başladık.  Oturduğumuz yer 6 kişilik olsa da iş uyumaya gelince anca üç kişilik oluyordu. Aktarma yerine kadar uyuyup sonra uykumuza diğer trende devam edecektik. Ben yorgunluktan olacak uyumayı başardım ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.  Zafer ve Cumhan boş bir yer bulup daha rahat bir şekilde orada uyumayı da denediler ama pek başarılı olamamışlar mesela. 

   Tren sabaha karşı beş gibi Salzburg’a vardı ve eşyalarımızı toplayıp trenden indik. Bineceğimiz Münih trenini yirmi dakika bekledikten sonra tren geldi. Fakat ilk trenden farklı olarak bu tren ağzına kadar doluydu. Trene binip yer aradık ama oturacak çok az yer vardı. Cumhan’la Zafer iki kişilik bir yer bulup oturdular. Yolun yarısında yerleri değişiriz diye anlaştık. Evren’le ben büyük bir umutla yer değişimini bekledik. Zamanı gelince gittik ama bizimkiler dışında herkes uyumuştu ve etraf sıkış tıkıştı. Oradan çıkmanın zor olduğunu, yer değişiminin mümkün olmadığını söylediler. Evren’le beraber yolculuk başından beri oturduğumuz vagon kapısına geri döndük. Kapı tam tuvaletin yanındaydı ve haliyle giren çıkan çoktu. Biz de orada sızmaya çalıştık ama kalabalıktan o da mümkün olmuyordu. Tuvalete elinde diş fırçasıyla gelip dişlerini fırçalayan çekik gözlü ablayı hala hatırlıyorum.(Ne disiplinli insanlar var)
  
Cumhan'a zorla imzalattığımız özür yazısı
   Evren’le köşede iki büklüm otururken susamaya başladık.  Yanımızda sadece önceki gün Zürih’ten aldığımız capri-sun’larımız vardı. Trenin varışına daha 2 saat olduğu için Evren’e bir buçuk saatlik mini oruç tutma önerisinde bulundum. Yapacak bir şey olmamasından ve elimizdeki tek içeceğin o olmasından dolayı o da kabul etti.  O bir buçuk saati cidden iftar bekleyen oruçlular gibi bekledik. Vakit çabuk geçti ve bir buçuk saat sonra iftar niyetine capri-sun’ları içtik.  Tadı bambaşka geldi bana. Münih sınırına da girmiştik artık. Trenden inince şnitzelli sandviç alıp 1.5lt’lik şişeye yaptığımız tang’le beraber kahvaltımızı yaptık.
   
   Yolculuk pek iyi geçmemiş olmasına rağmen yine de enerjiktik ve hali hazırda garda bulunduğumuz için ilk olarak Ulm’de bulunan Skyline Park adlı gökyüzü temalı eğlence parkına gitmeye karar verdik. Sırt çantalarımızı  locker’lara (Cumhancası: logger)  bıraktıktan sonra Ulm’e giden trene binmek için perona gittik. Parka ulaşmak için bineceğimiz trenden aktarma yapıp başka trene geçmemiz gerekiyordu ve biz bu aktarma işlemi sırasında yanlış trene bindiğimizi fark etmedik. Biraz yol aldıktan sonra Münih’e tekrar geri döndüğümüzü anladık ve ilk durakta trenden inip tekrar aktarma yapılan yere giden başka bir trene bindik.

YANLIŞ TRENE BİNMEK (Tamamlandı)” 

Bu sefer aktarmayı doğru yapıp parka giden trene bindik. İstasyonla park girişi arasındaki tarlamsı yolu aştıktan sonra giriş kapısına ulaştık. Giriş ücreti 18€’yu ödeyip bilet aldık. Parkın girişi o kadar sahipsizdi ki bilet almadan da girebilirdik.  Parkta her yerde olduğu gibi bir sürü Türkle karşılaştık. Şimdileri Bostancı Lunaparkı ve Forum İstanbul’da da bulunanların daha da yükseği olan Sky Shot parkın en eğlenceli atraksiyonuydu. 
 Onun dışında genel roller-coaster kavramından biraz farklı olan Sky Wheel da baya iyiydi. 

Tatilya’dan kalma bir alışkanlık olacak su kaydırağında da baya vakit harcadık. Deli gibi ıslandık.  
Akşam saat 17:30a kadar parkta vakit geçirdikten sonra Münih’e geri dönmek için trene bindik.

-Reklam- Fiyat/Kalite oranı yüksek olan Skyline Park eğlence severler için doğru adres.-Reklam bitti- .

Skyline Hatırası
Dönme dolaptan parkın genel görünüşü
(sol tarafta Sky Wheel, sağ tarafta Sky Shot)


     Münih’e dönünce garın hemen yanındaki “Türk mahallesine” alışverişe gittik. Lidl adında adeta Almanya’nın     Bim’i olan marketten yiyecek aldık. Bu arada kalacak yeri daha ayarlamamıştık.
   
   Gideceğimiz şehirde kalacağımız yerleri genelde yola çıkacağımız şehirden hallediyorduk. Yaz sezonu için riskli bir işti ama çadır kampında yer sıkıntısı olmuyordu. Zafer’le Evren  Almanya-İspanya maçını izlemek için garda kaldılar. Biz kalacak yer bakmak için yakındaki internet kafeye gittik. “The Tent” adında şehir merkezine çok uzak olmayan bir yer bulduk. Gara geri döndüğümüzde Almanya maçı kaybetmişti. (Gereksiz: Bulunduğumuz ülkenin takımı maçlarını kaybetti hep. İspanya dua etsin finalden sonra oraya gittik.) Kamp alanına gitmek için tramvaya çevrede maçı izleyen üzgün ve sarhoş insanlarla birlikte binme gafletinde bulunduk ve sırtımızdaki devasa çantalarla metrekareye 10 sarhoş, 5 şişman, 2 ortası bomboş oraya doğru ilerler misinizci abi,  4 yaşlı, 4 şişman ve yaşlı, 6 şişman, yaşlı ve sarhoş almanın düştüğü bir tramvayla kamp alanına gitmeye çalışıyorduk. Yolculuk çok büyük eziyetti.

“ Bu tür kalabalık ortamlarda seyahatte sırt çantası biraz zorluk çıkarıyor. Çekçekli çantayı ayağının dibine koyup seyahat etmek daha avantajlı oluyor.”

 Kamp alanına vardığımızda kalabalık bir grup ateşin başına toplanmıştı ve gitar çalmayı biliyorum ve kız düşürmek istiyorum eyleminin evrensel şarkısı olan Wonderwall’ı söylüyorlardı. Ortam ne güzelmiş dememin 10.saniyesinde şarkıyı kesip, ateşi söndürüp yatmaya gittiler. Sanırım saatin geç olmasından ötürü yatmaya hazırlanan diğer insanları rahatsız etmemek için kampta uygulanan kural gibi bir şeymiş bu. Etraf sakinleşince biz de çadır işini halletmek için bize verilen yere gittik. Bu arada ücret olarak kişi başı 8€ gibi az bir para verdiğimizi de ekleyeyim. Bizim için kampların en büyük avantajı buydu zaten. Bu arada Evrenlerin çadırda problem vardı iplerden biri yerinden çıkmıştı(kopmuş da olabilir) her taraf karanlıktı ve doğru düzgün bir şey gözükmüyordu. El fenerlerini açtık ve bir saat tamir için uğraştık. Saat bir buçuğa doğru anca yattık.
The Tent'ten bir görünüm

(DEVAMI DİĞER SAYFADA)

16 Nisan 2013 Salı


    SEYAHAT || BİR INTERRAIL HİKAYESİ

GİRİŞ

     2010’da yaptığımız gezi sırasında yaşadıklarımızı yazıya geçirmek yaklaşık iki buçuk senedir aklımdaydı ve bunu sürekli erteliyordum. Tekrar o günlerden konuşunca bazı anları hatırlamamaya başladığımı fark edince yazma zamanının geldiğini düşündüm. Tabi bunda vize haftasının bitişiyle gaza gelmemin de etkisi büyük.
   
     Öncelikle lise zamanlarında planlamaya başladığımız bu yolculuğu arkadaşlarım Evren, Zafer ve Cumhan’la beraber yaptık. Yazıda da isimlerini bolca duyacaksınız zaten.  40 gün olarak planladığımız ama başımıza gelen aksilikler nedeniyle 28 güne indirmek zorunda kaldığımız gezide 7 büyük (İsviçre, Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İspanya, İtalya) ve 2 mini (Monaco, Vatikan) ülke; yirmiye yakın şehir gezdik. Bir iki şehir hariç gezdiğimiz şehirlerde uzun soluklu kalamadık. Zaman kısıtlı olduğu için gittiğimiz şehirlerin sadece en ünlü meydanlarını, anıtlarını, müzelerini, cafelerini dolaşma fırsatını bulabildik. Burada ilk yol ayrımı kendiliğinden ortaya çıktı: Fazla yer görmek vs. Rahatça gezmek. Şehir sayısını sınırlayıp rahatça da gezebilirdik ama biz ilk seçeneği seçtik. Gezi daha çok kültürel yöne kaydığı için biraz sıkıcı geçebilirdi. Neyse ki yaşadıklarımız yüzünden bir an bile sıkılmadık.
  
     Bütçe olarak o zamanki koşullar nedeniyle çok para harcamak istemedik. Bu nedenle tasarruflu bir gezi yaptık. Konaklamayı daha çok çadır kamplarında yaptık. Yaklaşık 20 gün çadırda kaldık. Yemek olayını gezi temposundan dolayı biraz ihmal ettik sanırım. Ben kilo vermemek için uğraştığım halde 6 kilo vererek iskeletor şeklinde döndüm Türkiye’ye. Herkes 5 ile 8 kilo arası verdi. Hazır sandviçlerle, McDonalds menüleriyle, market kurabiyeleriyle beslendik. Tasarrufu biraz abarttığımız için gezi vize,ulaşım,konaklama her şey dahil yaklaşık 1500€ civarı tuttu. Bir aylık bir gezi için idealden öte bir gider oldu.
  
     Bilmeyenler için Interrail'i kabaca anlatmak gerekirse. Avrupa demiryolları işletmeleri tarafından uygulanan, 30 ülkede geçerli 30 gün ve 5 gün arası zaman seçenekleri olan tren bileti türüdür. Tek bir biletle istenilen zamanda ve yerde istenilen trene binebilme esnekliği sağlar. Bunların dışında Interrail ile ilgili diğer detayları yazının içinde bulabilirsiniz. Sadece ön bilgi olarak söyleyeyim biz 400€'ya 1 ay tüm Interrail ülkelerinde geçerli sınırsız tren bileti aldık. Sadece gidiş ve gelişi uçakla yaptık. (İstanbul -> Basel; Roma -> İstanbul)  28 günlük rotamızın paint terk hali aşağıdaki gibi:
   
    

NOT : Bazı fotoğraflarda çeken makinanın tarihi yanlış ayarlanmış. Fotoların hepsi 6 Temmuz – 3 Ağustos arası çekildi.