10 Temmuz 2010 Berlin -> Hannover
Berlin'den bindiğimiz tren rötar yapınca
Hannover’e 2 saat geç gittik. Rötardan dolayı bize bedava kahve ikram
ettiler. Gece 12 gibi trenden indik. Ben
evin yolunu hatırlamaya çalışıyordum. 8 ay önce de buradaydım ve gardan eve giden
tramvay hala aklımdaydı. Tramvaya gerek
kalmadı çünkü Oktay Amca sürpriz yapıp gara bizi almaya gelmişti. Önce yemek
yemeye Hatice Hala’ya gittik. Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat
felsefesi gereğince çok fazla detay
veremeyeceğim sadece masada bir sürü yemek vardı. İşin doğrusu ne yediğimi unutmuşum. Çorba ve
tavuk vardı sanırım.
Karnımızı iyice
doyurduktan sonra yatmak için Oktay Amca’nın evine gittik. Evde bilgisayar olduğu için öncelikle
Amsterdam’da kalacağımız kamp yerini ayarladık. Ben daha sonra fotoğraf makinasının hafıza kartında
yer açmak için o güne kadar çekildiğimiz fotoğrafları flash belleğe atmaya başladım.
Birkaç resimden sonra bundan vazgeçtim. Vazgeçmemin mantıklı bir açıklaması
yoktu ama doğru bir karar verdiğimi ilerleyen günlerde anlayacaktım.
11 Temmuz 2010 Hannover -> Amsterdam
Güzel bir uykudan sonra sabah kahvaltı için
tekrardan Hatice Hala’ya geçtik. Dolu dolu bir kahvaltı masası karşıladı orada
bizi. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda kalmadı. kalanları da yolluk yaptık.
Kahvaltı sonrası Oktay Amca bize kısa bir şehir turu yaptırdı. Hitler’in yaptırdığı yapay göl Maschsee ve şehir merkezini gezdik. Hannover’den erken ayrıldık çünkü o gün Dünya kupası finalinin oynanacağı gündü ve rotada sıradaki durak olan Hollanda finale çıkmayı başarmıştı. Bizim de istediğimiz finali Berlin’de denk geldiğimiz dev ekran gibi bi yerden finali Hollandalılarla beraber izlemekti.
Her güzel hayalimiz gibi bu da
uçup gitti çünkü Hannover Amsterdam arası yolda kaza vardı ve Amsterdam’a
gitmek için ara durakta aktarma yapacaktık. O durakta normalde 15 dk gibi bir
süre bekleyecektik. Kazadan ötürü sürekli ertelendi trenin gelişi. Onar dakikalık
ertelemeler olduğu için gardan dışarı da çıkamıyorduk. Garda Amsterdam trenini
bekleyen diğer yolcularla birlikte yaklaşık 2 saatlik beklemenin sonrası tren
geldi. O arada Evren Cumhan ve ben maç yaptık. Top istasyondan aşağı düştükçe
görevlilere çaktırmadan perondan aşağıya inip çıkıyorduk birkaç kez görevli
bizi yakalansak da o karışıklıkta iki saatlik bekleme futbolla çabucak geçti. Kahvaltı sonrası Oktay Amca bize kısa bir şehir turu yaptırdı. Hitler’in yaptırdığı yapay göl Maschsee ve şehir merkezini gezdik. Hannover’den erken ayrıldık çünkü o gün Dünya kupası finalinin oynanacağı gündü ve rotada sıradaki durak olan Hollanda finale çıkmayı başarmıştı. Bizim de istediğimiz finali Berlin’de denk geldiğimiz dev ekran gibi bi yerden finali Hollandalılarla beraber izlemekti.
-
Umutsuz Bekleyiş (Not: Cumhan kalede) |
Kaza yüzünden Hollanda’ya planladığımızdan üç buçuk saat geç vardık. Trende maçın 0-0 devam ettiğini ve uzadığını öğrenmiştik. Kalan kısmı izleyebilmek için hemen gar dışına çıktık. Garın hemen dışındaki Döner Company isimli büfede maç yayını vardı ve uzatmanın ikinci devresine yetişmiştik. Herkeste maç penaltılara uzayacak heyecan fırtınası olacak düşüncesi varken bitime 4 dakika kala İspanya golü atınca tüm şehir sessizleşti. Sadece sinirli olanların sesi çıkıyordu.
Maçın son anları |
Final düdüğü öttüğünde herkes sessiz ve üzgün bir şekilde dağıldı. Biz de kamp yerini sormak için polislere doğru yöneldik. Polis maç yüzünden tramvay seferlerinin erken bittiğini bu yüzden taksi ya da otobüsle kamp alanına geçilebileceğini söyledi. Kampın yakınlarından geçen otobüsün numarasını söyledi ama hangi duraktan kalktığını bilmiyordu.
Maçın bitişine denk geldiğimiz için bir tane bile boş taksi bulamıyorduk. Biz de otobüs seçeneğine yöneldik. Bineceğimiz durağı bilmiyorduk. Yine oradan geçen bir Türk’e rastladık ve o bizi durağa götürdü. Klasik olarak bilmiyorum diyemeyip bizi en yakın durağa götürüp bırakmış sanırım. Çünkü bizim otobüse dair hiçbir iz yoktu durakta. Bizle birlikte durakta olan kadın hangi otobüsü beklediğimizi sordu. Otobüsü söyleyince yanlış tarafta beklediğimizi söyledi. Bize otobüsün geçeceği durağı tarif etti. Zürih’ten sonra yardım için gönderilen ikinci melekti sanırım. Fakat yorgunluktan olacak kadının tarif ettiği yerde sağa dönecekken sola döndüğümüz için kendimizi inşaat sahasında bulduk. O yolu dolaşıp durduk en sonunda garın uzak tarafında kalan gemi şeklindeki bir binanın yanında bulduk kendimizi. Bu arada inşaatın orda sarhoş bir Hollandalı bize gideceği yeri anlatmaya başladı. Onu dinleyecek durumda olmadığımız için "sorry :/ " diyerek yanından uzaklaştık.
Yine ne yapıp edip kaybomayı başarmıştık ama bu sefer sırtımızda büyük çantalarımız da vardı ve işkence iki katına çıkıyordu. En son çiseleyen yağmurun altında yol kenarına çökmüş kaza yapan trene küfür ettiğimizi hatırlıyorum. Cumhan’la yine gülme krizine girdik. Gözümden yaş gelene kadar küfürler eşliğinde güldüm. Krizi atlatıp toparlandıktan sonra yoldan geçenlere sora sora esas durağı bulduk. Orada uzun süre bekledik. En sonunda tıkabasa gelen otobüs bizim durakta durmadan yola devam etti…. Kelimeler ve küfürler kifayetsiz kalmıştı otobüsün geçişine.
Durakta öylece kalakaldık. Otobüs ihtimali de yalan oldu. Elimizdeki tek seçenek taksi kaldı. Bize doğru gelen tüm taksiler dolu geçmeye devam ediyordu. Taksi arayışlarımız sürerken Cumhan yolun ortasında bulduğu Hollandalı kovboy şapkası kafasında, durağa gelen insanlara kuruyemiş ikram etmeye başladı. Durağı evimiz gibi sahiplenmeye başlamıştık. Zaten az kalsın durağın arkasındaki çıkıntıya çadırları yerleştirip geceyi orada geçirme kararı alacaktık.
Ertesi günkü yağmurda telef olan şapkayı saygıyla anıyoruz.. |
En sonunda bir taksi durdu ve bizi 20€’ya kamp alanına götüreceğini söyledi. Çantaları arabanın bagajına yüklemeye çalışıp beceremeyince yabancı sandığımız abi hışımla arabadan inerek iki elinizle bir s*ki düzeltmediniz be diyerek bir çırpıda bagaj işini halletti. Şaşkınlığımız azalınca arabaya bindik ve gideceğimiz yer olan Camping Zeeburg’u tarif ettik. Abi sizi 20€’ya götürürüm diyince yurt dışındaki çaresiz Türk kozunu oynadık ama nafile. Başka seçeneğimiz de yoktu zaten. Saat üçe doğru kamp alanına anca gelebildik.
Ülke değiştirme işini
-kalacağınız yer şehir merkezine/tren garına yürüme mesafsinde değilse-
kesinlikle akşam vakitlerinde yapmayın.
Gerekirse sabah altıda kalkın. Trende uyuyun. Öğleye doğru hostele/kampa yerleşin.
Enerjiniz varsa şehri gezmeye başlayın.
Akşam vakti şehre gelince toplu taşıma bitmiş ya da çok seyrekleşmiş
oluyor, ortam pek tekin olmuyor ve kaybolma ihtimali artıyor.
12 Temmuz 2010 Amsterdam
Sabah uyandığımızda
bizi bulutlu bir hava karşıladı çadır dışında. Sandviçlerimizi yerken gök
gürlemeye başlamıştı bile. Şu ana kadar gittiğimiz her ülkede yağmur yedik ama
hiç çadır alanında yakalanmamıştık. Çok geçmeden sağanak yağmur başladı.
Çadırların su geçirmez olduğunu düşünüyorduk ama yine de gergin bir şekilde
olacakları bekledik. İlk başlarda iyi dayanan çadır pes etmeye başlamış ve
yanlardan su sızdırmaya başlamıştı. Hemen çantaları çadırın ortasına yığdık.
Yağmur kısa süre sonra bitti neyse ki.
Tekrardan yağmur yağmasıyla beraber çadırı su basması riskini göz ardı
edemedik. Kamp alanında 6€’ya çadır yağmurluğu bulduk ve o bizi kurtardı. Bu
arada Zafer ve Evren’de durumlar biraz daha kötüydü. Biz yağmur yağmaya
başladığı an matlarımızı ve tulumları toplamıştık. Onlar geç kalınca eşyaları
biraz ıslandı.
Çaresizlik |
Perişanlık |
Zafer’le beraber Paris için kalacak yer
bakmak için kampın internet kafesine gittik. Bu sırada Evren’le Cumhan da çadır
kurutmayla ilgileniyorlardı. İşlerimizi hallettikten sonra Amsterdam turuna
başlamak için Zeeburg’tan ayrıldık.
Yağmur yeniden şiddetini arttırmıştı.
Kamptan çıkıp köprüyü geçtikten sonra 26 nolu tramvayın olduğu durağa gelene
kadar sırılsıklam olduk. Amsterdam her anlamda sulak şehir. Suyun altından tüneller tüp geçitler su
üstünden köprüler yapmışlar ulaşım için. Tramvayla suyun altından geçerek
merkeze ulaştık. Bu arada yağmur durdu ve bulutlar dağıldı. Güneş ortaya
çıkınca hava da ısınmıştı. Geniş bir caddede yürümeye başladık. Amsterdam’la
ilgili dikkat çeken üç şey var. İlki şehrin otlu bir havası var. Nereye
giderseniz gidin ot kokuları size eşlik ediyor. İkincisi adım başı genel olarak
seks içerikli bir sürü mağaza ve hediyelik eşya dükkanı var. Son olarak da
bisiklet trafiği araba trafiğinden daha fazla. Bir bisiklet yolunu birkaç
dakika geçemediğimizi hatırlıyorum. Önümüzden tour de france konvoyu havasında
bisikletçiler geçip duruyordu.
İlk gün Amsterdam merkezde genel bir tur
attık. Hediyelik eşya dükkanlarını gezdik. T-shirt, kolye, anahtarlık, çakmak
gibi çeşitli hediyeler aldık. Gezerken yol üzerinde Sex Museum isimli bir yer
gördük. Dışarıdan çok çakma gözüktüğü için içeriye girmedik. İçeriğini
anlamışsınızdır heralde.
Sokak aralarında dolaşırken tekrardan yağmur
yağmaya başladı. Yağmurdan kaçmak için yakındaki Burger King’e oturduk.
Avrupa’da gördüğümüz ender Burger king’lerden biriydi. Tüm şehirlerde adım başı
McDonalds var ama BK sayısı gerçekten çok az. Yemek yerken bir yandanda aklımız yağan yağmur yüzünden
çadırlardaydı. Gece döndüğümüzde ıslak
bir çadırla karşılaşmak sokakta yatmakla aynı şey anlamına geliyordu çünkü.
Dam square ve çevresini
gezdikten sonra Red Light kısmına doğru geçiş yaptık. Kınanmayacaksam Red Light’ı
biraz abartılmış buldum. Genel olarak değişikti ama. İnkar edemeyeceğim çok
enteresan olaylar da yok değil. RL'taki gezintiden sonra tekrardan kampa doğru yol
aldık.
Red Light District |
Amsterdam’da olmamızın en güzel yanlarından
biri de yaz mevsiminde havanın geç saatlere kadar kararmıyor oluşu. Geç saatlere kadar gezip tozduk ve o saatte mağazaların
çoğu açıktı. Almanya’da bazı kafelerin,
kafeyi geçtim büfelerin bile saat
dörtten sonra kapalı gerçeğinden sonra bu durum işimize baya yaradı.
Kampa geri döndüğümüz bizim çadır biraz daha
geniş olduğu için kenarlarda hafif bir ıslaklık vardı ama çadırın geneli
kuruydu kenarları da kağıt havluyla kurutunca hiç sorun kalmadı.
13 Temmuz 2010 Amsterdam, Amsterdam -> Paris?
Bugünü sadece Madame Tussauds’a ayırmayı
planladık. Zaten 17:15’te Paris trenimiz
kalkacaktı. O yüzden müzeyi gezdikten sonra kamp alanına geri dönüp
toparlanacaktık. O gün Amsterdam ayrı bir kalabalıktı. Çünkü dünya kupasında
ikinci olan Hollanda milli takımı ülkeye ayak basacaktı. Her tarafta portakal rengi
hakimdi. Madame Tussauds’un önü ise her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı. Sıraya
girip içeri girmeyi beklerken Zafer de bekleyişten yararlanarak kartpostal atmak
için postane arayışına girişti.
Bu arada biz en az yarım saat sıra bekleriz diye düşünürken on
dakika sonra tüm sırayı içeriye aldılar. Biz de o hengamede Zafer’i unutup
içeri daldık. Sonradan aklımıza gelince bir sonraki turda içeri girer bize yetişir heralde, sıra çabuk bitiyor nasılsa diye teselli
cümleleri kuruyorduk. Müzede gezinti üstten alta doğru yapılıyor. Biz en üst katı gezip bir
alt kata geçerken acil çıkış merdivenlerinden içeri dalan Zafer’le karşılaştık.
Sırada bizi bulamayınca binayı dolanmış, dışarıya açılan kapıdan çıkanları
görünce o kapıdan içeri girip hiçbir ücret ödemeyip, üst kata kadar çıkmış. Müdahale eden de olmamış. Müzeyi bedava gezmek için baya iyi bir yol cidden.. (Not: 2010 yılında müze girişi 17€’ydu.) Müze diğer ülkelerdeki kardeşleri gibi ilgi çekici ve vakit ayrılmayı hakediyor. Müze gezisi ortalama bir hız ve fotoğraf aralarıyla yaklaşık iki saatte tamamlanabilir.
my jamaican brother Zafer |
Dooooooooooooooping |
Müzeyi gezip çıktıktan sonra tekrardan toparlanıp trene binmek üzere tren
garına geldik. Perona yanaşan Paris trenine binmek isteyen
bir sürü sırt çantalıyla mücadele ederek trene attık kendimizi. Koltukların
büyük çoğunluğunda rezerve yazıyordu.
Boş koltuk bulamadığımız için çantaları üst kısma koyup koltukların esas sahibi gelene kadar oturup sonra bir yan koltuğa geçme taktiğini uyguladık. Tamamen şansa dayalı bu taktikte yer tahmininiz kuvvetliyse belki yolculuğun sonunu bile görebilirsiniz!
Bizim için bu mümkün olmadı maalesef. Boş bulduğumuz yerlere oturduk ama trenin kalkışından bir saat sonra biletleri
kontrol eden amca yanımıza geldi. Biz kontrollere alıştığımız için interrail
biletlerini verip sohbete devam ediyorduk. Amca rezervasyon kağıdını sorunca
rezervasyon yaptırmadığımızı söyledik.
Acı
gerçek şuydu biz Basel Garı’ndan bu yana tüm trenlere sadece interrail biletiyle
binebileceğimizi zannediyorduk. Ama bazı
yoğun ve hızlı rotalarda interrail biletinin yanında oturacağın koltuğu da
belirlemen gerekiyormuş ve bunun için de trene binmeden önce rezervasyon
yaptırmak gerekliymiş.
Bu detayı trende öğrenmemiz pek hoş olmadı.
Çünkü kontrolör amca bize trene rezervasyonsuz bindiğimiz için ceza yazmaya
hazırlanıyordu. (Ceza, yolculuğun normal bilet fiyatı olan 80€’ydu.) Amcaya yalvarmaya
başladık hemen. En son bizden yılmış olacak
olayı kestirip atmak için “Ya cezanızı ödersiniz ya da trenin durduğu ilk
durakta treni terk edersiniz.” dedi.
Hemen trenden inme seçeneğine atladık. Aklımdan ulan kim bilir hangi
kasabada sabahlıycaz diye düşünürken bilgi ekranından gelecek istasyonun
Brüksel Garı olacağını öğrendik. Sanırım gezi boyunca şansımızın yaver gittiği
bir iki olaydan birisiydi bu. Rotada Brüksel’e zaman ayıramamıştık ama
rezervasyon olayı sağolsun kısa bir Brüksel turu gözükmüştü bize.
Brüksel’de indikten sonra ilk olarak bir
sonraki Paris trenini öğrenmek için danışmaya gittik. Danışmada indiğimiz trenin o akşam için o yöne
giden son tren olduğunu ve bir sonraki trenin de sabah 5 gibi hareket edeceğini
öğrendik. Bu arada kalacak yer problemimiz kendiliğinden halloldu çünkü Brüksel
garı 24 saat açık kalıyordu. Bu sayede sabah trenini garın içinde
bekleyebilecektik.
Brüksel turuna çıkmak için iki büyük
sırtçantası ve ufak çantalar bir dolaba sığacak şekilde iki tane logger’a
kitledik. Tren garlarında genellikle küçük, orta ve büyük olmak üzere büyüklüklerine
göre ücretlendirilmiş 3 farklı locker seçeneği oluyor. Kilitledikten sonra açacağın saate gelince o
zamana kadar geçen süre ve dolap büyüklüğü bazında para ödeyip kilidi
açıyorsun. Fakat diğer yerlerden farklı olarak burası kilitledikten sonra
bir fiş verdi ve kilitleri açmak için o fişe ihtiyaç vardı. İkisi tek bir
kişide toplanmasın diye fişlerini birini Zafer’e birini Cumhan’a teslim
ettik. Zaman kısıtlı olduğu için şehrin
en meşhur meydanı olan Grand-Place’in olduğu tafra doğru gidecektik. Gardan şehir
merkezine giden trene bindik. 10 dakikalık yolculuktan sonra şehir merkezinde rotasız, haritasız bir şekilde gezinirken büyük bir meydana
çıktık. Meydanın dört bir yanı heybetli binalarla çevriliydi. Bunlardan biri de adını sonradan öğrendiğimiz Brüksel Şehir Müzesi idi. İnsanlar meydanın ortasına oturmuş içkilerini içip vakit geçiriyorlardı.
Biz de hemen boş bulduğumuz bir yere çöktük ve etrafı seyretmeye başladık. Hava
karardıktan sonra birden klasik müzik eşliğinde ana binada ışık şovu başladı.
İnsanların oturup beklediği şeyin bu olduğu ortaya çıkmıştı. Yaklaşık 15 dakika
süren görsel bir şölen vardı. Alkışlar eşliğinde ışık şovu biterken bazı
insanlar kalkmaya başladı biz biraz daha oturduktan sonra gara dönmeye karar
verdik.
Grand-Place |
Brüksel’e geldiğimizden beri Tenten müzesini (Herge Müzesi) bulsam diye düşünüyordum
ve müzeyi bulamadık ama tenten'le ilgili bir hatıra fotoğrafı çektirmeden Brüksel'den ayrılmak olmazdı.
Tenten |
Brüksel’de geçtiğimiz her sokakta en az bir tane dondurma satan yer vardı. Kimisi dondurma
kalitesini ön plana çıkartırken kimisi de güzel kızlarla satış yapma
peşindeydi. İnkar etmiyoruz güzel kızlara tav olduk
tabi ve onların satış yaptığı yerden dondurmaları aldık.
Dondurma keyfinden sonra gara geldiğimizde çantaları kilitlediğimiz
locker saate göre ücretlendirildiği için çantaları yanımıza almak istedik.
Yalnız bir sorun vardı. Zafer dolap fişini bel çantasından çıkardı Cumhan ise uzun aramalara rağmen fişi bulamadı. Diğer yerlerden farklı olarak dolap için
fiş verilen yerde fişi kaybedip bir kez daha zor durumda kalmak boynumuzun
borcuydu zaten. Cumhan fişi sık sık kontrol ettiğini en son dondurma almadan
önce cebinde olduğunu söyleyince güzel kızlar için gaza geldiği an yani
dondurma için para çıkartırken fişin cebinden düştüğüne karar verdik. Dolabın üzerinde fiş kayıp ücretinin 12,5€ olduğu
yazıyordu. Merkeze giden trenler bitmişti ama yürüyerek 20-25 dakikada oraya
varılabilirdi. Ben hemen merkeze geri dönüp dondurmacının çevresini
arayabileceğimizi söyledim ama gece gece yol yürümek istemedi Cumhan. İyi ki de
istememiş. Paris’te gece başımıza gelenlerden sonra burada kim bilir neler
olurdu.
Survivor’a (Not: Buraya Interrail yazacakken istemeden Survivor
yazmışım. Değiştirmedim çünkü bizim için Interrail = Survivor) maksimum
tasarruf az kayıp parolasıyla başlayan Cumhan gezideki ceza “açılışını” dolaplarla
ilgilenen adama 12,5€ ödeyerek yaptı. Parayı
alınca, adam sorgusuz sualsiz dolabı şifre girerek açtı. Eşyalarımızı alıp
garın bir köşesine oturduk. Matlarımızı serip tren saatini beklemeye başladık.
Garının 24 saat açık kalması Brüksel’in bizim için en büyük artısıydı sanırım. Yanımızda tek
başına Brezilya’dan Avrupa turuna çıkan eleman gitar çalmaya başladı. Gece saat
bir olduğu için hoşnut olmayan mırıldanmalardan olacak çok fazla bir şey
çalamadan gitarı bırakıp sessizce kitap okumaya başladı. Biz de sabah altıdaki trene kadar
enerji depolamak için birkaç saat uyumaya çalıştık.
14 Temmuz 2010 Brüksel -> Paris
Saat beş gibi uyandık ve çantalarımızı
toparlayıp trene bindik. Ben hatırlamadım ama söylenene göre aktarma
yapacağımız trenin peronu son dakikada değiştirildiği için (özellikle aktarmalı
yolculuklarda her tren öncesi kontrol şart) yine yanlış trene binmişiz. –kesin
yapmışızdır- Bu hata yüzünden Lille’de bir sonraki treni biraz beklemek zorunda
kaldık. Bizimkiler ara çok kısa olduğu
için gardan çıkmak istemediler ben de bir 10-15dk gar çevresinde tur attım.
Daha sonra diğer trene bindik ve Paris’e ulaştık.
Gar Önü |
Paris’e gelir gelmez sağanak yağışla
karşılaştık. Herkes gar içine toplanmış yağmurun dinmesini bekliyordu.
Karnımızı doyurduktan sonra Zafer’le beraber gar etrafında tur atmaya karar
verdik. Gar çevresine hint mahallesi konuşlanmıştı ve her köşesi ayrı
ilginçliklerle doluydu. Kısa bir gezintinin ardından gara geri döndüğümüzde
kamp alanına doğru yola çıktık.
Metro istasyonundan indikten sonra kamp
alanının yakınlarında bırakan otobüse bindik. Durakta indikten sonra Zafer sırt
çantasını otobüse bindiğimiz durakta unuttuğunu fark etti. Herkesin geri
dönmesine gerek olmadığına karar verdik. Zafer yolu yürümeye başlayacak ve
otostopla merkeze ulaşmaya çalışacaktı. Ben durakta dönüş istikametine giden
otobüsü bekleyecektim. Evren ve Cumhan da çantalarla bizi bekleyecekti. Otobüs 15 dakika sonra geldi ama Zafer'den henüz haber yoktu.
Otobüsle yolu yarılamışken Zafer aradı. Çantasını bulduğunu ve otobüsle geri dönüş yolunda olduğunu söyledi. Ona nerede olduğunu sorduğumda yaklaşmakta olduğu durağın adını okudu. İki otobüsün bir sonraki durakta kesişeceklerini farkettikten kısa bir süre sonra karşı istikametten tam gaz gelen otobüste Zafer'i gördüm. Akıcı fransızcamla "Otobüsü durdurun!" diye haykırdım. Şoför ve yolcular bu hareketime bir anlam veremeyip şok içinde bakakaldılar. Koltukta bıraktığım çift astarlı Harris Tüvit ceketimi giymek için vaktimin olmadığını anlayınca acil çıkış düğmesine basıp yola atladım. Vızır vızır geçen arabaları görmezden gelip Arka Sokaklar'ı aratmayacak bir aksiyon içinde Zafer'in otobüsünün önüne dikildim. Otobüsü son anda durdurmayı başarmıştım. İlk önce yaptığım hareketlere bir anlam veremeyen insanlar şimdi çılgınca beni alkışl..... İki otobüsün bir sonraki durakta kesişeceklerini farkedince düğmeye basarak bir önceki durakta indim. Otobüs tekrar hareket ettikten sonra yolun boş olduğu bir anda önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmak suretiyle güvenli bir şekilde karşıya geçtim ve durağa yaklaşan Zafer'in otobüsünü gördüm. Otobüse binince Zafer otostop planının başarılı olduğunu, durağa ulaştığında çantanın olduğu yerde durduğunu, çantayı alıp kamp alanına giden ilk otobüse atladığını söyledi.
Evren'leri bıraktığımız yere geri döndük ve kamp alanına 5 dakikalık yürüyüşle ulaştık. Kayıt işlemlerini
hallettikten sonra alanda boş bir yere çadırları diktik. Genelde karavanlar
için ayrılmış yerde ufak bir çadır alanı da vardı. Konaklama problemini çözdükten
sonra açlık problemini halletmeye karar verdik. Ton balıklı sandviç yapıp
yedik. Buraya gelene kadar çok vakit harcadığımızdan ve çok yorgun olduğumuzdan
tekrardan Paris merkeze dönmek mantıklı gelmedi ve günün geri kalan kısmında
dinlendik, ertesi gün için plan yaptık, isim-şehir oynadık ve 22:30 gibi uykuya
daldık.
Cumhan, not aldığı defterinde bu günü
"Umarım daha iyi günler görebiliriz." diye bitirmiş. Interrail değil Yaprak
Dökümü dizisi mübarek…
15 Temmuz 2010 Paris
Ertesi gün tatlı uykumuzdan kalkamayarak bir
gün önce yapılan planın 2 saat gerisinde kalarak güne başladık. Saat 11 gibi şehir merkezine doğru yola çıktık. İlk
hedefimiz Eyfel kulesiydi. Kulenin önünde sonu görünmeyen bir gişe kuyruğuyla
karşılaştık. Sonradan asansörlü çıkış sırası olduğunu öğrendiğimiz sıra çok
uzundu ve çok yavaş ilerliyordu. Kulenin iki ayağından asansörlü çıkış
yapılıyor, birinden de merdivenlerle kulenin ilk katına çıkılıyordu. Diğer ayağı ise bakımdaydı. Biz sıranın az
olması nedeniyle merdivenli girişe yöneldik. Bilet sırası bize geldiğinde, yoğunluktan dolayı kapalı olan üst kat tekrar açıldı. Böylece en üst katın
biletini almayan bir sürü kişinin önüne geçmiş olduk ve oraya çıkarken sıra beklememiş olduk.
Kuleye çıkış |
Yavaş yavaş
çıkarsanız Eyfel'e merdivenle çıkış (704
basamak) insanı çok zorlamıyor(!) Her tarafı açık olduğundan daha aksiyonlu
oluyor yukarı çıkış. İlk iki kat yükseklik olarak yakın. Üçüncü kat epey
yukarıda kaıyor. Zaten ikinci kattan sonra herkes en üst kata asansörlerle
çıkıyor.
En üst kattan manzara |
"Future from very Beginning" grubuna sızmam |
Eyfel Hatırası |
Eyfel'de epey vakit harcayıp, indikten sonra kulenin önünde
klasik pozları verdik. Daha sonra Hotel des Invalides'in önünden geçerek Park de
Luxembourg'a ulaştık. Parkın ortasındaki havuzun etrafı tamamen insanlarla doluydu. Oturanlar havuz kenarında satılan minik yelkenli tekneleri kiralayıp onları
havuzda yüzdürüyorlardı. Parkta ayrıca kitap okuyan, sohbet eden, yemek yiyen
bir sürü insan vardı.
Park de Luxembourg |
Burada biraz
oturup dinlendikten sonra ünlü fransız kişilerin mezarlarının bulunduğu
Pantheon'a geldik. Giriş AB ülkesi öğrencilerine ücretsiz diğerlerine
ücretliydi. ISIC kartımız olmasına
rağmen bize de ücretliydi giriş. Gurur yaptığımız için oraya girmekten vazgeçtik. (canımız istemedi) Onun yerine Paris'in en ünlü caddelerinden
biri olan St.Michel'i dolaşıp mağazalara girdikten sonra Notre Dame katedraline geldik.
Notre Dame |
Musée du Louvre |
Akşama doğru katedral ve çevresini gezip yemek yedik. Musee du Louvre'un önünde yürürken saat 23:30'a geliyordu.
Kamp alanına giden son shuttle 00:00'da hareket ediyordu. İstesek ona yetişebilirdik ama şehir merkezinde biraz daha vakit geçirmek istediğimiz için vazgeçtik. Kampa giden yol elimizdeki haritada gösteriliyordu. Buna güvenerek shuttle'a
binmeyip turumuza devam ettik.
Biraz daha dolaşalım diye binmediğimiz servisin
kalkışından çok değil yarım saat sonra bizde yorgunluk emareleri görülmeye
başlandı. Gezmek için daha fazla enerjimizin olmadığına karar verdik. Kampa dönüş rotamız belliydi ama o rota için ne kadar
yürüyeceğimizi bilmiyorduk. O zaman bilmiyorduk ama şimdi söyleyeyim (google earth sağolsun) o gün
kampa dönerken sabahtan akşama yürüdüğümüz yol hariç 4,5 km yürümüşüz. O günün toplamda ise yaklaşık 15-20 km arası yol katetmişiz.
Louvre'un önünden
başlayarak Champs-Elysees'i boylu boyunca yürüdük. Dönüşe ise Arc de Triomphe'un yakınında
bulunan Avenue Victor Hugo'dan başladık. Cadde boyunca dışarıya kadar taşan kafelerde
oturan sayısı epey fazlaydı. Değişik değişik cafelerin önünden geçip caddenin
sonuna doğru geldik.
Günün sonlarına doğru adım atmakta zorlandığımı hatırlıyorum. Herkes yorulduğu için cadde üzerindeki
bir bankta kısa bir mola verdikten sonra Paris dışına doğru yöneldik. Haritayla, bulunduğumuz caddeyi karşılaştırınca doğru yolda olduğumuzu anladık. İşin
zor kısmı burdan sonra başlıyordu çünkü Paris dışına çıkmıştık ve merkezdeki
canlılık yerini sessizliğe bırakmıştı. Bir kez daha kaybolmak istemediğimiz
için attığımız her adımın doğruluğunu iki ker kontrol ediyoduk ama haritanın
bile iflas ettiği yere gelmiştik.
"Temel harita bilgisi:
Şehir merkezleri haritalarda ne kadar detaylı anlatılmışsa merkezden uzak yerler de o
kadar üstünkörü gösterilmiştir. İki adımlık mesafedeymiş gibi görünen yerler
sizi gece boyunca yürütebilir."
Etrafta kimseler yoktu. Şansımıza yoldan
geçen bir arabayı durdurup kamp alanının nerede olduğunu sorduk.
Adam kamp alanının yerini tam olarak bilmediğini fakat Bois de Boulogne sınırları
içinde olduğumuzu, gitmekte olduğumuz yola devam edersek kamp yakınlarında bir
yere çıkacağımızı söyledi. Biz de adama güvenerek yola devam ettik. Biraz daha ilerledikçe
ağaçlarla çevrili bir yola çıktık. Kampın bulunduğu bölge de ormanlık olduğu
için bu doğru yolda olduğumuza dair bir ipucuydu. En azından o an için bize
öyle geldi. Biraz daha yürüdükten sonra bir yol ayrımına geldik. Hangi tarafa
gideceğimizi çözemediğimiz için oylama yapmaya karar verdik. İki tarafta da
herhangi bir tabela yoktu. Yalnız yolun sağında uzaklarda büyük bir bina
gözüküyordu. Ben o binayı shuttlela önünden geçtiğimiz kongre merkezine
benzettim. Kongre merkezi kampın tam tersi istikametinde bulunuyordu. O yüzden
ben soldan gitmek yönünde oyumu kullandım. Evren,Zafer ve Cumhan ise daha
aydınlık ve geniş olduğu için sağ tarafa gitmek istediler ve sağdan devam
ettik.
Yürüdükçe yoldaki insan sayısı artıyordu ama bu artış pek hayra alamet olmadı.
Keş tipli çoğu siyahi bir grup bize
gözlerini dikti. Biz de ortamdan kaçmak için caddeden geçen arabalara otostop
çekmeye başladık. Birkaç başarısız denemeden sonra yolun karşı tarafında
bekleyen bir abi hareket diliyle "otostop yapma kellen gider" tarzı bir uyarı
yaptı. Bu arada yanımızda yavaşlayan bir arabadan bize dil attılar.(Dillendiler
de denebilir tam tarif edemedim sarhoşça hareketler işte. Anlatamadım burayı kabul ediyorum) Hafiften laf atmalar
da başlayınca oradan mümkün oldukça hızlı bir şekilde uzaklaşmaya başladık ama
şöyle bir sorun vardı 10-12 saattir yürüdüğümüz için adım atacak halimiz
kalmamıştı. Biz de kaçmak yerine çaktırmadan ortamdan sıvışmayı denedik. Oraya ait olmadığımız farkedilip birkaç kişi de bizi takip etmeye başlayınca Zafer Cumhan'a “Çakıyı çıkar abi hemen” dedi.
Cumhan'daki çakıyı çıkarıp safları sıklaştırdıktan sonra hızlı adımlarla
yürümeye başladık 4 erkek gezdiğimiz için potansiyel bela sayısı düşüktü neyse
ki. Bu arada karanlıkta seçilemeyecek minik bir çakıdan tüm caddenin tırsmış
olma ihtimali sıfırdı tabi. Çakının olması sadece içimizi rahatlatıyordu.
Arkaya bakmadan caddenin sonuna doğru geldiğimizde kalabalıktan
uzaklaşmıştık. Sadece kafasının güzel olduğunu tahmin ettiğim bir abi bize
eşlik etmiş yorulunca da kendini çimlere bırakmıştı. Ormanlık yoldan uzaklaştık ve
bir dörtyol ağzına çıktık. Biz ve abi dışında etrafta kimsecikler yoktu. Ortada büyük bir göbek bulunan yolun bir tarafı
geldiğimiz yer, diğer tarafı dükkanların bulunduğu bir caddeye çıkıyordu. Kalan
iki yolun ise bir iyi bir kötü tarafı vardı. Kafası kıyak abinin yayıldığı
taraf önceden tahmin ettiğim gibi kongre
merkezinin önüne doğru çıkıyordu. Bu kötü haberdi çünkü kamp alanından uzaklaşmıştık.
İyi haberse diğer yol ise upuzun bir caddeydi ve yolun sonunda parlayan Arc
de Triomph'u görebiliyordu. Orada yardım bulamazsak son çare tekrardan o tarafa doğru şehir merkezine doğru
yürüyecektik.
Göbekte bekleyip taksi bulmaya çalıştık. Geçen boş taksilerin hiç
biri durmadı. Bu sırada bizim gitmek istediğimiz tarafa doğru gelen bir polis
arabası gözüktü. Son çare polisi yardım isteyecektik. Polis otosunu kaçırmak istemediğim için hemen "Heeeelp!"
diye yolun kenarına koştum ama beklenen olmadı.. Yoluna devam etti -bizi
gördüğüne eminim- O an için tüm umutlarımız yıkıldı. Amsterdam'da başlayan küfür etme seansımız bu kez Paris'te fransız polisi temasıyla devam etti. Berlin ve Amsterdam'dan sonra yine saçma bir şekilde bir yerlerde kaybolmayı
başarmıştık.
Zafer ve Cumhan dükkanların
bulunduğu yola doğru taksi bulmaya gittiler bu sırada ben de Evren'le yolun Arc
de Triomph'a giden kısmına geçip oraya gidecekmiş gibi yaparak taksi beklemeye
devam ettik. Beş dakika sonra bir taksi
durdu. Araba durduktan sonra hemen gidip adama
"Thank you" diyerek sarılmaya gittiğimi hatırlıyorum. Taksici kamp alanını
zorlanmadan buldu ve saat 3 gibi kamp alanına ulaşmayı başardık. Bir kayboluş
hikayesinden de alnımızın akıyla çıkmayı başardık ve hemen tulumlara girip
uyuduk.
Yeşil Hat: Olması gereken Kırmızı Hat: Uzak durun! |
16 Temmuz 2010 Paris
Sabah kalktıktan sonra
nutellalı ekmekle kahvaltıyı geçiştirdik ve Louvre Müzesi'ne gitmek için
yola çıktık. Yine geç kalktığımız/kaldığımız için müze önündeki sıraya anca 12 civarı
girebildik. Müze girişinde akşam altıdan sonra girişte indirim olduğunu görünce müzeyi akşama
bırakmayı tercih ettik ve Place de la Concorde meydanına gittik. Meydan çevresinde
gezdikten sonra ara sokaklara daldık. Burada bir süpermarketten ihtiyaçlarımızı
alıp geziye devam ettik. Madeleine ve Opera binasını gezdikten sonra Madrid'e
gidiş rezervasyonunu yaptırmak için gara gittik. Amsterdam trenininden
atıldığımız için bu sefer ulaşım işini sıkı tutmaya karar vermiştik.
Madeleine |
Gara ulaştığımızda hiç
beklediğimiz bir haber aldık. Yaz yoğunluğundan dolayı İspanya'ya giden
trenlerde yer yoktu. Rezervasyon için 5 gün beklememiz
gerektiğini duyunca şok olduk. % günlük bir gecikme İspanya'yı rotadan çıkarmak anlamına geliyordu. Tren seferlerine bakan görevliye aktarmalı aktarmasız hızlı normal
tüm trenlere bakıp bir yol bulmasını rica ettik. Şansımıza 2 gün sonrası için
Bordeaux aktarmalı Irun treninde yer bulduk. Irun Fransa ile İspanya arasındaki
sınır kasabasıydı ve Irun'a ulaştıktan sonra Madrid'e bir şekilde geçeceğimizi
düşündük. Tren rezervasyonlarını hallettikten sonra gardan ayrılıp müzeye geri döndük.
Saat altıda müzeye
girdik. Normalde tüm gün zor gezilen müzeyi iki saatte gezmemiz imkansızdı. Bu yüzden müzenin en ünlü eserlerini içeren bir tur planladık. saat sekize kadar gezebildiğimiz kadarını gezdik. Klasik bir ifadeyle özetlemek gerekirse evet Mona Lisa'yı gördük.
Müze çıkışı çevreyi gezip kamp alanına döndük. Burada planlanandan uzun kalacağımız için görülmesi gereken yerleri tek bir güne sıkıştırmayıp iyice yaydık ve gezi planımızı Call of Duty hatırına Paris'in biraz dışına taşımaya karar verdik.
3.BÖLÜM (ÇOK YAKINDA)
Ünlü ters piramit |
Jean D'Arc ve bağımsızlık tablosu |
Mona Lisa |
Müze çıkışı çevreyi gezip kamp alanına döndük. Burada planlanandan uzun kalacağımız için görülmesi gereken yerleri tek bir güne sıkıştırmayıp iyice yaydık ve gezi planımızı Call of Duty hatırına Paris'in biraz dışına taşımaya karar verdik.
-İKİNCİ BÖLÜM SONU-
GENEL DEĞERLENDİRME
GENEL DEĞERLENDİRME
Evren Cumhan Zafer Anıl TOPLAM
Zürih 7 9 6,5 7 29,5
Münih 8 8 7,5 8,5 32
Berlin 6 8 5, 6 25,5
Zürih 7 9 6,5 7 29,5
Münih 8 8 7,5 8,5 32
Berlin 6 8 5, 6 25,5
Amsterdam 9 9,5 9 7,5 35
Brüksel 7 9 7,5 7 30,5
Paris 10 9 8 8,5 35,5
KONAKLAMA
Münih: THE TENT http://www.the-tent.com/
Berlin: CAMPING BERLIN (şu an faal değil)
Amsterdam: CAMPING ZEEBURG http://www.campingzeeburg.nl/
Paris: CAMPING BOIS de BOULOGNE http://www.campingparis.fr/
Münih: THE TENT http://www.the-tent.com/
Berlin: CAMPING BERLIN (şu an faal değil)
Amsterdam: CAMPING ZEEBURG http://www.campingzeeburg.nl/
Paris: CAMPING BOIS de BOULOGNE http://www.campingparis.fr/
3.BÖLÜM (ÇOK YAKINDA)
“Çantalar gitmiş…”
17 – 24 Temmuz 2010
(Paris -> Madrid -> Valencia -> Barcelona)