21 Eylül 2013 Cumartesi

SEYAHAT ||  İKİNCİ BÖLÜM:  “Çakıyı çıkar çabuk!” (10-16 Temmuz)

10 Temmuz 2010 Berlin -> Hannover


   Berlin'den bindiğimiz tren rötar yapınca Hannover’e 2 saat geç  gittik.  Rötardan dolayı bize bedava kahve ikram ettiler.  Gece 12 gibi trenden indik. Ben evin yolunu hatırlamaya çalışıyordum. 8 ay önce de buradaydım ve gardan eve giden tramvay hala aklımdaydı.  Tramvaya gerek kalmadı çünkü Oktay Amca sürpriz yapıp gara bizi almaya gelmişti. Önce yemek yemeye Hatice Hala’ya gittik. Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat felsefesi gereğince  çok fazla detay veremeyeceğim sadece masada bir sürü yemek vardı.  İşin doğrusu ne yediğimi unutmuşum. Çorba ve tavuk vardı sanırım.  
   Karnımızı iyice doyurduktan sonra yatmak için Oktay Amca’nın evine gittik.  Evde bilgisayar olduğu için öncelikle Amsterdam’da kalacağımız kamp yerini ayarladık. Ben daha sonra fotoğraf makinasının hafıza kartında yer açmak için o güne kadar çekildiğimiz fotoğrafları flash belleğe atmaya başladım. Birkaç resimden sonra bundan vazgeçtim. Vazgeçmemin mantıklı bir açıklaması yoktu ama doğru bir karar verdiğimi ilerleyen günlerde anlayacaktım. 
   
11 Temmuz 2010 Hannover -> Amsterdam
   Güzel bir uykudan sonra sabah kahvaltı için tekrardan Hatice Hala’ya geçtik. Dolu dolu bir kahvaltı masası karşıladı orada bizi. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda kalmadı.  kalanları da yolluk yaptık. 

    Kahvaltı sonrası Oktay Amca bize kısa bir şehir turu yaptırdı. Hitler’in yaptırdığı yapay göl Maschsee ve şehir  merkezini gezdik. Hannover’den erken ayrıldık çünkü o gün Dünya kupası finalinin oynanacağı gündü ve rotada sıradaki durak olan Hollanda finale çıkmayı başarmıştı. Bizim de istediğimiz finali Berlin’de denk geldiğimiz dev ekran gibi bi yerden finali Hollandalılarla beraber izlemekti.
   Her güzel hayalimiz gibi bu da uçup gitti çünkü Hannover Amsterdam arası yolda kaza vardı ve Amsterdam’a gitmek için ara durakta aktarma yapacaktık. O durakta normalde 15 dk gibi bir süre bekleyecektik. Kazadan ötürü sürekli ertelendi trenin gelişi. Onar dakikalık ertelemeler olduğu için gardan dışarı da çıkamıyorduk. Garda Amsterdam trenini bekleyen diğer yolcularla birlikte yaklaşık 2 saatlik beklemenin sonrası tren geldi. O arada Evren Cumhan ve ben maç yaptık. Top istasyondan aşağı düştükçe görevlilere çaktırmadan perondan aşağıya inip çıkıyorduk birkaç kez görevli bizi yakalansak da o karışıklıkta iki saatlik bekleme futbolla çabucak geçti. 
                
-
Umutsuz Bekleyiş (Not: Cumhan kalede)


   Kaza yüzünden Hollanda’ya planladığımızdan üç buçuk  saat geç vardık. Trende maçın 0-0 devam ettiğini ve uzadığını öğrenmiştik. Kalan kısmı izleyebilmek için hemen gar dışına çıktık. Garın hemen dışındaki Döner Company isimli büfede maç yayını vardı  ve uzatmanın ikinci devresine yetişmiştik. Herkeste maç penaltılara uzayacak heyecan fırtınası olacak düşüncesi varken bitime 4 dakika kala İspanya golü atınca tüm şehir sessizleşti. Sadece sinirli olanların sesi çıkıyordu. 


Maçın son anları

   Final düdüğü öttüğünde herkes sessiz ve üzgün bir şekilde dağıldı. Biz de kamp yerini sormak için polislere doğru yöneldik. Polis maç yüzünden tramvay seferlerinin erken bittiğini bu yüzden taksi ya da otobüsle kamp alanına geçilebileceğini söyledi.  Kampın yakınlarından geçen otobüsün numarasını söyledi ama hangi duraktan kalktığını bilmiyordu. 

   Maçın bitişine denk geldiğimiz için bir tane bile boş taksi bulamıyorduk. Biz de otobüs seçeneğine yöneldik. Bineceğimiz durağı bilmiyorduk. Yine oradan geçen bir Türk’e rastladık ve o bizi durağa götürdü.  Klasik olarak bilmiyorum diyemeyip bizi en yakın durağa götürüp bırakmış sanırım. Çünkü bizim otobüse dair hiçbir iz yoktu durakta. Bizle birlikte durakta olan kadın hangi otobüsü beklediğimizi sordu. Otobüsü söyleyince yanlış tarafta beklediğimizi söyledi. Bize otobüsün geçeceği durağı tarif etti. Zürih’ten sonra yardım için gönderilen ikinci melekti sanırım. Fakat  yorgunluktan olacak kadının tarif ettiği yerde sağa dönecekken sola döndüğümüz için kendimizi inşaat sahasında bulduk. O yolu dolaşıp durduk en sonunda garın uzak tarafında kalan gemi şeklindeki bir binanın yanında bulduk kendimizi. Bu arada inşaatın orda sarhoş bir Hollandalı bize gideceği yeri anlatmaya başladı. Onu dinleyecek durumda olmadığımız için "sorry :/ " diyerek yanından uzaklaştık. 

   Yine ne yapıp edip kaybomayı başarmıştık ama bu sefer sırtımızda büyük çantalarımız da vardı ve işkence iki katına çıkıyordu. En son çiseleyen yağmurun altında yol kenarına çökmüş kaza yapan trene küfür ettiğimizi hatırlıyorum. Cumhan’la yine gülme krizine girdik. Gözümden yaş gelene kadar küfürler eşliğinde güldüm. Krizi atlatıp toparlandıktan sonra yoldan geçenlere sora sora esas durağı bulduk.  Orada uzun süre bekledik.  En sonunda tıkabasa gelen otobüs bizim durakta durmadan yola devam etti…. Kelimeler ve küfürler kifayetsiz kalmıştı otobüsün geçişine. 

   Durakta öylece kalakaldık. Otobüs ihtimali de yalan oldu. Elimizdeki tek seçenek taksi kaldı. Bize doğru gelen tüm taksiler dolu geçmeye devam ediyordu.  Taksi arayışlarımız sürerken Cumhan yolun  ortasında bulduğu Hollandalı kovboy şapkası kafasında, durağa gelen insanlara kuruyemiş ikram etmeye başladı. Durağı evimiz gibi sahiplenmeye başlamıştık. Zaten az kalsın durağın arkasındaki çıkıntıya çadırları yerleştirip geceyi orada geçirme kararı alacaktık. 


Ertesi günkü yağmurda telef olan şapkayı saygıyla anıyoruz..


   En sonunda bir taksi durdu ve bizi 20€’ya kamp alanına götüreceğini söyledi. Çantaları arabanın bagajına yüklemeye çalışıp beceremeyince yabancı sandığımız abi hışımla arabadan inerek iki elinizle bir s*ki düzeltmediniz be diyerek bir çırpıda bagaj işini halletti. Şaşkınlığımız azalınca arabaya bindik ve gideceğimiz yer olan Camping Zeeburg’u  tarif ettik. Abi sizi 20€’ya götürürüm diyince yurt dışındaki çaresiz Türk kozunu oynadık ama nafile. Başka seçeneğimiz de yoktu zaten. Saat üçe doğru kamp alanına anca gelebildik. 

   Ülke değiştirme işini -kalacağınız yer şehir merkezine/tren garına yürüme mesafsinde değilse- kesinlikle akşam vakitlerinde yapmayın.  Gerekirse sabah altıda kalkın. Trende uyuyun.  Öğleye doğru hostele/kampa yerleşin. Enerjiniz varsa şehri gezmeye başlayın.  Akşam vakti şehre gelince toplu taşıma bitmiş ya da çok seyrekleşmiş oluyor, ortam pek tekin olmuyor ve kaybolma ihtimali artıyor.



12 Temmuz 2010 Amsterdam

   Sabah uyandığımızda bizi bulutlu bir hava karşıladı çadır dışında. Sandviçlerimizi yerken gök gürlemeye başlamıştı bile. Şu ana kadar gittiğimiz her ülkede yağmur yedik ama hiç çadır alanında yakalanmamıştık. Çok geçmeden sağanak yağmur başladı. Çadırların su geçirmez olduğunu düşünüyorduk ama yine de gergin bir şekilde olacakları bekledik. İlk başlarda iyi dayanan çadır pes etmeye başlamış ve yanlardan su sızdırmaya başlamıştı. Hemen çantaları çadırın ortasına yığdık. Yağmur kısa süre sonra bitti neyse ki.  Tekrardan yağmur yağmasıyla beraber çadırı su basması riskini göz ardı edemedik. Kamp alanında 6€’ya çadır yağmurluğu bulduk ve o bizi kurtardı. Bu arada Zafer ve Evren’de durumlar biraz daha kötüydü. Biz yağmur yağmaya başladığı an matlarımızı ve tulumları toplamıştık. Onlar geç kalınca eşyaları biraz ıslandı.
Çaresizlik
Perişanlık

   Zafer’le beraber Paris için kalacak yer bakmak için kampın internet kafesine gittik. Bu sırada Evren’le Cumhan da çadır kurutmayla ilgileniyorlardı. İşlerimizi hallettikten sonra Amsterdam turuna başlamak için Zeeburg’tan ayrıldık.
   Yağmur yeniden şiddetini arttırmıştı. Kamptan çıkıp köprüyü geçtikten sonra 26 nolu tramvayın olduğu durağa gelene kadar sırılsıklam olduk. Amsterdam her anlamda sulak şehir.  Suyun altından tüneller tüp geçitler su üstünden köprüler yapmışlar ulaşım için. Tramvayla suyun altından geçerek merkeze ulaştık. Bu arada yağmur durdu ve bulutlar dağıldı. Güneş ortaya çıkınca hava da ısınmıştı. Geniş bir caddede yürümeye başladık. Amsterdam’la ilgili dikkat çeken üç şey var. İlki şehrin otlu bir havası var. Nereye giderseniz gidin ot kokuları size eşlik ediyor. İkincisi adım başı genel olarak seks içerikli bir sürü mağaza ve hediyelik eşya dükkanı var. Son olarak da bisiklet trafiği araba trafiğinden daha fazla. Bir bisiklet yolunu birkaç dakika geçemediğimizi hatırlıyorum. Önümüzden tour de france konvoyu havasında bisikletçiler geçip duruyordu.
   İlk gün Amsterdam merkezde genel bir tur attık. Hediyelik eşya dükkanlarını gezdik. T-shirt, kolye, anahtarlık, çakmak gibi çeşitli hediyeler aldık. Gezerken yol üzerinde Sex Museum isimli bir yer gördük. Dışarıdan çok çakma gözüktüğü için içeriye girmedik. İçeriğini anlamışsınızdır heralde. 
   Sokak aralarında dolaşırken tekrardan yağmur yağmaya başladı. Yağmurdan kaçmak için yakındaki Burger King’e oturduk. Avrupa’da gördüğümüz ender Burger king’lerden biriydi. Tüm şehirlerde adım başı McDonalds var ama BK sayısı gerçekten çok az. Yemek yerken bir yandanda  aklımız yağan yağmur yüzünden çadırlardaydı.  Gece döndüğümüzde ıslak bir çadırla karşılaşmak sokakta yatmakla aynı şey anlamına geliyordu çünkü.
Dam square ve çevresini gezdikten sonra Red Light kısmına doğru geçiş yaptık. Kınanmayacaksam Red Light’ı biraz abartılmış buldum. Genel olarak değişikti ama. İnkar edemeyeceğim çok enteresan olaylar da yok değil. RL'taki gezintiden sonra tekrardan kampa doğru yol aldık.

Red Light District

   Amsterdam’da olmamızın en güzel yanlarından biri de yaz mevsiminde havanın geç saatlere kadar kararmıyor oluşu.  Geç saatlere kadar gezip tozduk ve o saatte mağazaların çoğu açıktı. Almanya’da bazı kafelerin,  kafeyi geçtim büfelerin bile  saat dörtten sonra kapalı gerçeğinden sonra bu durum işimize baya yaradı.
   Kampa geri döndüğümüz bizim çadır biraz daha geniş olduğu için kenarlarda hafif bir ıslaklık vardı ama çadırın geneli kuruydu kenarları da kağıt havluyla kurutunca hiç sorun kalmadı.



13 Temmuz 2010 Amsterdam, Amsterdam -> Paris?
   Bugünü sadece Madame Tussauds’a ayırmayı planladık.  Zaten 17:15’te Paris trenimiz kalkacaktı. O yüzden müzeyi gezdikten sonra kamp alanına geri dönüp toparlanacaktık. O gün Amsterdam ayrı bir kalabalıktı. Çünkü dünya kupasında ikinci olan Hollanda milli takımı ülkeye ayak basacaktı. Her tarafta portakal rengi hakimdi. Madame Tussauds’un önü ise her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı. Sıraya girip içeri girmeyi beklerken Zafer de bekleyişten yararlanarak kartpostal atmak için postane arayışına girişti.

 Bu arada biz en az yarım saat sıra bekleriz diye düşünürken on dakika sonra tüm sırayı içeriye aldılar. Biz de o hengamede Zafer’i unutup içeri daldık. Sonradan aklımıza gelince bir sonraki turda içeri girer bize yetişir heralde, sıra çabuk bitiyor nasılsa diye teselli cümleleri kuruyorduk. Müzede gezinti üstten alta doğru yapılıyor. Biz en üst katı gezip bir alt kata geçerken acil çıkış merdivenlerinden içeri dalan Zafer’le karşılaştık. Sırada bizi bulamayınca binayı dolanmış, dışarıya açılan kapıdan çıkanları görünce o kapıdan içeri girip hiçbir ücret ödemeyip, üst kata kadar çıkmış. Müdahale eden de olmamış. Müzeyi bedava gezmek için baya iyi bir yol cidden.. (Not: 2010 yılında müze girişi 17€’ydu.) Müze diğer ülkelerdeki kardeşleri gibi ilgi çekici ve vakit ayrılmayı hakediyor. Müze gezisi ortalama bir hız ve fotoğraf aralarıyla yaklaşık iki saatte tamamlanabilir.

my jamaican brother Zafer

Dooooooooooooooping


   Müzeyi gezip çıktıktan sonra tekrardan toparlanıp trene binmek üzere tren garına geldik. Perona yanaşan Paris trenine binmek isteyen bir sürü sırt çantalıyla mücadele ederek trene attık kendimizi. Koltukların büyük çoğunluğunda rezerve yazıyordu. 
   
   Boş koltuk bulamadığımız için çantaları üst kısma koyup koltukların esas sahibi gelene kadar oturup sonra bir yan koltuğa geçme taktiğini uyguladık. Tamamen şansa dayalı bu taktikte yer tahmininiz kuvvetliyse belki yolculuğun sonunu bile görebilirsiniz!
   Bizim için bu mümkün olmadı maalesef.  Boş bulduğumuz yerlere oturduk ama trenin kalkışından bir saat sonra biletleri kontrol eden amca yanımıza geldi. Biz kontrollere alıştığımız için interrail biletlerini verip sohbete devam ediyorduk. Amca rezervasyon kağıdını sorunca rezervasyon yaptırmadığımızı söyledik.
   Acı gerçek şuydu biz Basel Garı’ndan bu yana tüm trenlere sadece interrail biletiyle binebileceğimizi zannediyorduk.  Ama bazı yoğun ve hızlı rotalarda interrail biletinin yanında oturacağın koltuğu da belirlemen gerekiyormuş ve bunun için de trene binmeden önce rezervasyon yaptırmak gerekliymiş.
    Bu detayı trende öğrenmemiz pek hoş olmadı. Çünkü kontrolör amca bize trene rezervasyonsuz bindiğimiz için ceza yazmaya hazırlanıyordu. (Ceza, yolculuğun normal bilet fiyatı olan 80€’ydu.) Amcaya yalvarmaya başladık hemen.  En son bizden yılmış olacak olayı kestirip atmak için “Ya cezanızı ödersiniz ya da trenin durduğu ilk durakta treni terk edersiniz.” dedi.  Hemen trenden inme seçeneğine atladık. Aklımdan ulan kim bilir hangi kasabada sabahlıycaz diye düşünürken bilgi ekranından gelecek istasyonun Brüksel Garı olacağını öğrendik. Sanırım gezi boyunca şansımızın yaver gittiği bir iki olaydan birisiydi bu. Rotada Brüksel’e zaman ayıramamıştık ama rezervasyon olayı sağolsun kısa bir Brüksel turu gözükmüştü bize. 
   Brüksel’de indikten sonra ilk olarak bir sonraki Paris trenini öğrenmek için danışmaya gittik.  Danışmada indiğimiz trenin o akşam için o yöne giden son tren olduğunu ve bir sonraki trenin de sabah 5 gibi hareket edeceğini öğrendik. Bu arada kalacak yer problemimiz kendiliğinden halloldu çünkü  Brüksel  garı 24 saat açık kalıyordu. Bu sayede sabah trenini garın içinde bekleyebilecektik.
  
    Brüksel turuna çıkmak için iki büyük sırtçantası ve ufak çantalar bir dolaba sığacak şekilde iki tane logger’a kitledik.  Tren garlarında genellikle küçük, orta ve büyük olmak üzere büyüklüklerine göre ücretlendirilmiş 3 farklı locker seçeneği oluyor.  Kilitledikten sonra açacağın saate gelince o zamana kadar geçen süre ve dolap büyüklüğü bazında para ödeyip kilidi açıyorsun. Fakat diğer yerlerden farklı olarak burası kilitledikten sonra bir fiş verdi ve kilitleri açmak için o fişe ihtiyaç vardı. İkisi tek bir kişide toplanmasın diye fişlerini birini Zafer’e birini Cumhan’a teslim ettik.  Zaman kısıtlı olduğu için şehrin en meşhur meydanı olan Grand-Place’in olduğu tafra doğru gidecektik. Gardan şehir merkezine giden trene bindik. 10 dakikalık yolculuktan sonra şehir merkezinde rotasız, haritasız bir şekilde gezinirken büyük bir meydana çıktık. Meydanın dört bir yanı heybetli binalarla çevriliydi. Bunlardan biri de adını sonradan öğrendiğimiz Brüksel Şehir Müzesi idi. İnsanlar meydanın ortasına oturmuş içkilerini içip vakit geçiriyorlardı. Biz de hemen boş bulduğumuz bir yere çöktük ve etrafı seyretmeye başladık. Hava karardıktan sonra birden klasik müzik eşliğinde ana binada ışık şovu başladı. İnsanların oturup beklediği şeyin bu olduğu ortaya çıkmıştı. Yaklaşık 15 dakika süren görsel bir şölen vardı. Alkışlar eşliğinde ışık şovu biterken bazı insanlar kalkmaya başladı biz biraz daha oturduktan sonra gara dönmeye karar verdik. 

Grand-Place


   Brüksel’e geldiğimizden beri Tenten müzesini (Herge Müzesi) bulsam diye düşünüyordum ve müzeyi bulamadık ama tenten'le ilgili bir hatıra fotoğrafı çektirmeden Brüksel'den ayrılmak olmazdı. 

Tenten

 Brüksel’de geçtiğimiz her sokakta en az bir tane dondurma satan yer vardı. Kimisi dondurma kalitesini ön plana çıkartırken kimisi de güzel kızlarla satış yapma peşindeydi.  İnkar etmiyoruz güzel kızlara tav olduk tabi ve onların satış yaptığı yerden dondurmaları aldık. 

   Dondurma keyfinden sonra gara geldiğimizde çantaları kilitlediğimiz locker saate göre ücretlendirildiği için çantaları yanımıza almak istedik. Yalnız bir sorun vardı. Zafer dolap fişini bel çantasından çıkardı Cumhan ise uzun aramalara rağmen fişi bulamadı. Diğer yerlerden farklı olarak dolap için fiş verilen yerde fişi kaybedip bir kez daha zor durumda kalmak boynumuzun borcuydu zaten. Cumhan fişi sık sık kontrol ettiğini en son dondurma almadan önce cebinde olduğunu söyleyince güzel kızlar için gaza geldiği an yani dondurma için para çıkartırken fişin cebinden düştüğüne karar verdik. Dolabın üzerinde fiş kayıp ücretinin 12,5€ olduğu yazıyordu. Merkeze giden trenler bitmişti ama yürüyerek 20-25 dakikada oraya varılabilirdi. Ben hemen merkeze geri dönüp dondurmacının çevresini arayabileceğimizi söyledim ama gece gece yol yürümek istemedi Cumhan. İyi ki de istememiş. Paris’te gece başımıza gelenlerden sonra burada kim bilir neler olurdu.

  Survivor’a (Not: Buraya Interrail yazacakken istemeden Survivor yazmışım. Değiştirmedim çünkü bizim için Interrail = Survivor) maksimum tasarruf az kayıp parolasıyla başlayan Cumhan gezideki ceza “açılışını” dolaplarla ilgilenen adama 12,5€ ödeyerek  yaptı. Parayı alınca, adam sorgusuz sualsiz dolabı şifre girerek açtı. Eşyalarımızı alıp garın bir köşesine oturduk. Matlarımızı serip tren saatini beklemeye başladık. Garının 24 saat açık kalması Brüksel’in bizim için en büyük artısıydı sanırım. Yanımızda tek başına Brezilya’dan Avrupa turuna çıkan eleman gitar çalmaya başladı. Gece saat bir olduğu için hoşnut olmayan mırıldanmalardan olacak çok fazla bir şey çalamadan gitarı bırakıp sessizce kitap okumaya başladı. Biz de sabah altıdaki trene kadar enerji depolamak için birkaç saat uyumaya çalıştık.



14 Temmuz 2010 Brüksel -> Paris

  Saat beş gibi uyandık ve çantalarımızı toparlayıp trene bindik. Ben hatırlamadım ama söylenene göre aktarma yapacağımız trenin peronu son dakikada değiştirildiği için (özellikle aktarmalı yolculuklarda her tren öncesi kontrol şart) yine yanlış trene binmişiz. –kesin yapmışızdır-  Bu hata yüzünden Lille’de bir sonraki treni biraz beklemek zorunda kaldık.  Bizimkiler ara çok kısa olduğu için gardan çıkmak istemediler ben de bir 10-15dk gar çevresinde tur attım. Daha sonra diğer trene bindik ve Paris’e ulaştık.

Gar Önü

   Paris’e gelir gelmez sağanak yağışla karşılaştık. Herkes gar içine toplanmış yağmurun dinmesini bekliyordu. Karnımızı doyurduktan sonra Zafer’le beraber gar etrafında tur atmaya karar verdik. Gar çevresine hint mahallesi konuşlanmıştı ve her köşesi ayrı ilginçliklerle doluydu. Kısa bir gezintinin ardından gara geri döndüğümüzde kamp alanına doğru yola çıktık. 
   Metro istasyonundan indikten sonra kamp alanının yakınlarında bırakan otobüse bindik. Durakta indikten sonra Zafer sırt çantasını otobüse bindiğimiz durakta unuttuğunu fark etti. Herkesin geri dönmesine gerek olmadığına karar verdik. Zafer yolu yürümeye başlayacak ve otostopla merkeze ulaşmaya çalışacaktı. Ben durakta dönüş istikametine giden otobüsü bekleyecektim. Evren ve Cumhan da çantalarla bizi bekleyecekti. Otobüs 15 dakika sonra geldi ama Zafer'den henüz haber yoktu. 
    Otobüsle yolu yarılamışken Zafer aradı. Çantasını bulduğunu ve otobüsle geri dönüş yolunda olduğunu söyledi. Ona nerede olduğunu sorduğumda yaklaşmakta olduğu durağın adını okudu. İki otobüsün bir sonraki durakta kesişeceklerini farkettikten kısa bir süre sonra karşı istikametten tam gaz gelen otobüste Zafer'i gördüm.  Akıcı fransızcamla "Otobüsü durdurun!" diye haykırdım. Şoför ve yolcular bu hareketime bir anlam veremeyip şok içinde bakakaldılar. Koltukta bıraktığım çift astarlı Harris Tüvit ceketimi giymek için vaktimin olmadığını anlayınca acil çıkış düğmesine basıp yola atladım. Vızır vızır geçen arabaları görmezden gelip Arka Sokaklar'ı aratmayacak bir aksiyon içinde Zafer'in otobüsünün önüne dikildim. Otobüsü son anda durdurmayı başarmıştım. İlk önce yaptığım hareketlere bir anlam veremeyen insanlar şimdi çılgınca beni alkışl.....  İki otobüsün bir sonraki durakta kesişeceklerini farkedince düğmeye basarak bir önceki durakta indim. Otobüs tekrar hareket ettikten sonra yolun boş olduğu bir anda önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmak suretiyle güvenli bir şekilde karşıya geçtim ve durağa yaklaşan Zafer'in otobüsünü gördüm. Otobüse binince Zafer otostop planının başarılı olduğunu, durağa ulaştığında çantanın olduğu yerde durduğunu, çantayı alıp kamp alanına giden ilk otobüse atladığını söyledi. 
   Evren'leri bıraktığımız yere geri döndük ve kamp alanına 5 dakikalık yürüyüşle ulaştık. Kayıt işlemlerini hallettikten sonra alanda boş bir yere çadırları diktik. Genelde karavanlar için ayrılmış yerde ufak bir çadır alanı da vardı. Konaklama problemini çözdükten sonra açlık problemini halletmeye karar verdik. Ton balıklı sandviç yapıp yedik. Buraya gelene kadar çok vakit harcadığımızdan ve çok yorgun olduğumuzdan tekrardan Paris merkeze dönmek mantıklı gelmedi ve günün geri kalan kısmında dinlendik, ertesi gün için plan yaptık, isim-şehir oynadık ve 22:30 gibi uykuya daldık.
   Cumhan, not aldığı defterinde bu günü "Umarım daha iyi günler görebiliriz." diye bitirmiş. Interrail değil Yaprak Dökümü dizisi mübarek…
   


15 Temmuz 2010 Paris

   Ertesi gün tatlı uykumuzdan kalkamayarak bir gün önce yapılan planın 2 saat gerisinde kalarak güne başladık. Saat  11 gibi şehir merkezine doğru yola çıktık. İlk hedefimiz Eyfel kulesiydi. Kulenin önünde sonu görünmeyen bir gişe kuyruğuyla karşılaştık. Sonradan asansörlü çıkış sırası olduğunu öğrendiğimiz sıra çok uzundu ve çok yavaş ilerliyordu. Kulenin iki ayağından asansörlü çıkış yapılıyor, birinden de merdivenlerle kulenin ilk katına çıkılıyordu.  Diğer ayağı ise bakımdaydı. Biz sıranın az olması nedeniyle merdivenli girişe yöneldik. Bilet sırası bize geldiğinde, yoğunluktan dolayı kapalı olan üst kat tekrar açıldı. Böylece en üst katın biletini almayan bir sürü kişinin önüne geçmiş olduk ve oraya  çıkarken sıra beklememiş olduk. 
Kuleye çıkış

   Yavaş yavaş çıkarsanız Eyfel'e merdivenle çıkış  (704 basamak) insanı çok zorlamıyor(!) Her tarafı açık olduğundan daha aksiyonlu oluyor yukarı çıkış. İlk iki kat yükseklik olarak yakın. Üçüncü kat epey yukarıda kaıyor. Zaten ikinci kattan sonra herkes en üst kata asansörlerle çıkıyor.
En üst kattan manzara

"Future from very Beginning" grubuna sızmam 
Eyfel Hatırası

 
    Eyfel'de epey vakit harcayıp, indikten sonra kulenin önünde klasik pozları verdik. Daha sonra Hotel des Invalides'in önünden geçerek Park de Luxembourg'a ulaştık. Parkın ortasındaki havuzun etrafı tamamen insanlarla doluydu. Oturanlar havuz kenarında satılan minik yelkenli tekneleri kiralayıp onları havuzda yüzdürüyorlardı. Parkta ayrıca kitap okuyan, sohbet eden, yemek yiyen bir sürü insan vardı.  
Park de Luxembourg

   Burada biraz oturup dinlendikten sonra ünlü fransız kişilerin mezarlarının bulunduğu Pantheon'a geldik. Giriş AB ülkesi öğrencilerine ücretsiz diğerlerine ücretliydi. ISIC  kartımız olmasına rağmen bize de ücretliydi giriş. Gurur yaptığımız için  oraya girmekten vazgeçtik. (canımız istemedi) Onun yerine Paris'in en ünlü caddelerinden biri olan St.Michel'i dolaşıp mağazalara girdikten sonra Notre Dame katedraline geldik.
Notre Dame
Musée du Louvre

    Akşama doğru katedral ve çevresini gezip yemek yedik. Musee du Louvre'un önünde yürürken saat 23:30'a geliyordu. Kamp alanına giden son shuttle 00:00'da hareket ediyordu. İstesek ona yetişebilirdik ama şehir merkezinde biraz daha vakit geçirmek istediğimiz için vazgeçtik. Kampa giden yol elimizdeki haritada gösteriliyordu. Buna güvenerek shuttle'a binmeyip turumuza devam ettik. 
  Biraz daha dolaşalım diye binmediğimiz servisin kalkışından çok değil yarım saat sonra bizde yorgunluk emareleri görülmeye başlandı. Gezmek için daha fazla enerjimizin olmadığına karar verdik. Kampa dönüş rotamız belliydi ama o rota için ne kadar yürüyeceğimizi bilmiyorduk. O zaman bilmiyorduk ama şimdi söyleyeyim (google earth sağolsun) o gün kampa dönerken sabahtan akşama yürüdüğümüz yol hariç  4,5 km yürümüşüz. O günün toplamda ise yaklaşık 15-20 km arası yol katetmişiz.
   Louvre'un önünden başlayarak Champs-Elysees'i boylu boyunca yürüdük.  Dönüşe ise Arc de Triomphe'un yakınında bulunan Avenue Victor Hugo'dan başladık. Cadde boyunca dışarıya kadar taşan kafelerde oturan sayısı epey fazlaydı. Değişik değişik cafelerin önünden geçip caddenin sonuna doğru geldik. 
   Günün sonlarına doğru adım atmakta zorlandığımı hatırlıyorum. Herkes yorulduğu için cadde üzerindeki bir bankta kısa bir mola verdikten sonra Paris dışına doğru yöneldik. Haritayla, bulunduğumuz caddeyi karşılaştırınca doğru yolda olduğumuzu anladık. İşin zor kısmı burdan sonra başlıyordu çünkü Paris dışına çıkmıştık ve merkezdeki canlılık yerini sessizliğe bırakmıştı. Bir kez daha kaybolmak istemediğimiz için attığımız her adımın doğruluğunu iki ker kontrol ediyoduk ama haritanın bile iflas ettiği yere gelmiştik.
 "Temel harita bilgisi: Şehir merkezleri haritalarda ne kadar detaylı anlatılmışsa merkezden uzak yerler de o kadar üstünkörü gösterilmiştir. İki adımlık mesafedeymiş gibi görünen yerler sizi gece boyunca yürütebilir."
   Etrafta kimseler yoktu. Şansımıza yoldan geçen bir arabayı durdurup kamp alanının nerede olduğunu sorduk. Adam kamp alanının yerini tam olarak bilmediğini fakat Bois de Boulogne sınırları içinde olduğumuzu, gitmekte olduğumuz yola devam edersek kamp yakınlarında bir yere çıkacağımızı söyledi. Biz de adama güvenerek yola devam ettik. Biraz daha ilerledikçe ağaçlarla çevrili bir yola çıktık. Kampın bulunduğu bölge de ormanlık olduğu için bu doğru yolda olduğumuza dair bir ipucuydu. En azından o an için bize öyle geldi. Biraz daha yürüdükten sonra bir yol ayrımına geldik. Hangi tarafa gideceğimizi çözemediğimiz için oylama yapmaya karar verdik. İki tarafta da herhangi bir tabela yoktu. Yalnız yolun sağında uzaklarda büyük bir bina gözüküyordu. Ben o binayı shuttlela önünden geçtiğimiz kongre merkezine benzettim. Kongre merkezi kampın tam tersi istikametinde bulunuyordu. O yüzden ben soldan gitmek yönünde oyumu kullandım. Evren,Zafer ve Cumhan ise daha aydınlık ve geniş olduğu için sağ tarafa gitmek istediler ve sağdan devam ettik. 
   Yürüdükçe yoldaki insan sayısı artıyordu ama bu artış pek hayra alamet olmadı.  Keş tipli çoğu siyahi bir grup bize gözlerini dikti. Biz de ortamdan kaçmak için caddeden geçen arabalara otostop çekmeye başladık. Birkaç başarısız denemeden sonra yolun karşı tarafında bekleyen bir abi hareket diliyle "otostop yapma kellen gider" tarzı bir uyarı yaptı. Bu arada yanımızda yavaşlayan bir arabadan bize dil attılar.(Dillendiler de denebilir tam tarif edemedim sarhoşça hareketler işte. Anlatamadım burayı kabul ediyorum) Hafiften laf atmalar da başlayınca oradan mümkün oldukça hızlı bir şekilde uzaklaşmaya başladık ama şöyle bir sorun vardı 10-12 saattir yürüdüğümüz için adım atacak halimiz kalmamıştı. Biz de kaçmak yerine çaktırmadan ortamdan sıvışmayı denedik. Oraya ait olmadığımız farkedilip birkaç kişi de bizi takip etmeye başlayınca Zafer Cumhan'a “Çakıyı çıkar abi hemen” dedi. Cumhan'daki çakıyı çıkarıp safları sıklaştırdıktan sonra hızlı adımlarla yürümeye başladık 4 erkek gezdiğimiz için potansiyel bela sayısı düşüktü neyse ki. Bu arada karanlıkta seçilemeyecek minik bir çakıdan tüm caddenin tırsmış olma ihtimali sıfırdı tabi. Çakının olması sadece içimizi rahatlatıyordu.
   Arkaya bakmadan caddenin sonuna doğru geldiğimizde kalabalıktan uzaklaşmıştık. Sadece kafasının güzel olduğunu tahmin ettiğim bir abi bize eşlik etmiş yorulunca da kendini çimlere bırakmıştı. Ormanlık yoldan uzaklaştık ve bir dörtyol ağzına çıktık. Biz ve abi dışında etrafta kimsecikler yoktu. Ortada büyük bir göbek bulunan yolun bir tarafı geldiğimiz yer, diğer tarafı dükkanların bulunduğu bir caddeye çıkıyordu. Kalan iki yolun ise bir iyi bir kötü tarafı vardı. Kafası kıyak abinin yayıldığı taraf önceden  tahmin ettiğim gibi kongre merkezinin önüne doğru çıkıyordu. Bu kötü haberdi çünkü kamp alanından uzaklaşmıştık. İyi haberse diğer yol ise upuzun bir caddeydi ve yolun sonunda parlayan Arc de Triomph'u görebiliyordu. Orada yardım bulamazsak son çare tekrardan o tarafa doğru şehir merkezine doğru yürüyecektik.
    Göbekte bekleyip taksi bulmaya çalıştık. Geçen boş taksilerin hiç biri durmadı. Bu sırada bizim gitmek istediğimiz tarafa doğru gelen bir polis arabası gözüktü. Son çare polisi yardım isteyecektik. Polis otosunu kaçırmak istemediğim için hemen "Heeeelp!" diye yolun kenarına koştum ama beklenen olmadı..  Yoluna devam etti -bizi gördüğüne eminim-  O an için tüm umutlarımız yıkıldı.  Amsterdam'da başlayan küfür etme seansımız bu kez Paris'te fransız polisi temasıyla devam etti. Berlin ve Amsterdam'dan sonra yine saçma  bir şekilde bir yerlerde kaybolmayı başarmıştık.  
   Zafer ve Cumhan dükkanların bulunduğu yola doğru taksi bulmaya gittiler bu sırada ben de Evren'le yolun Arc de Triomph'a giden kısmına geçip oraya gidecekmiş gibi yaparak taksi beklemeye devam ettik.  Beş dakika sonra bir taksi durdu.  Araba durduktan sonra hemen gidip adama "Thank you" diyerek sarılmaya gittiğimi hatırlıyorum. Taksici kamp alanını zorlanmadan buldu ve saat 3 gibi kamp alanına ulaşmayı başardık. Bir kayboluş hikayesinden de alnımızın akıyla çıkmayı başardık ve hemen tulumlara girip uyuduk. 
Yeşil Hat: Olması gereken    Kırmızı Hat: Uzak durun! 



16 Temmuz 2010 Paris


   Sabah kalktıktan sonra nutellalı ekmekle kahvaltıyı geçiştirdik ve Louvre Müzesi'ne gitmek için yola çıktık. Yine geç kalktığımız/kaldığımız için müze önündeki sıraya anca 12 civarı girebildik. Müze girişinde akşam altıdan sonra girişte indirim olduğunu görünce müzeyi akşama bırakmayı tercih ettik ve Place de la Concorde meydanına gittik. Meydan çevresinde gezdikten sonra ara sokaklara daldık. Burada bir süpermarketten ihtiyaçlarımızı alıp geziye devam ettik. Madeleine ve Opera binasını gezdikten sonra Madrid'e gidiş rezervasyonunu yaptırmak için gara gittik. Amsterdam trenininden atıldığımız için bu sefer ulaşım işini sıkı tutmaya karar vermiştik.


Madeleine

   Gara ulaştığımızda hiç beklediğimiz bir haber aldık. Yaz yoğunluğundan dolayı İspanya'ya giden trenlerde yer yoktu. Rezervasyon için 5 gün beklememiz gerektiğini duyunca şok olduk.  % günlük bir gecikme İspanya'yı rotadan çıkarmak anlamına geliyordu. Tren seferlerine bakan görevliye aktarmalı aktarmasız hızlı normal tüm trenlere bakıp bir yol bulmasını rica ettik. Şansımıza 2 gün sonrası için Bordeaux aktarmalı Irun treninde yer bulduk. Irun Fransa ile İspanya arasındaki sınır kasabasıydı ve Irun'a ulaştıktan sonra Madrid'e bir şekilde geçeceğimizi düşündük. Tren rezervasyonlarını hallettikten sonra gardan ayrılıp müzeye geri döndük.
   Saat altıda müzeye girdik. Normalde tüm gün zor gezilen müzeyi iki saatte gezmemiz imkansızdı. Bu yüzden müzenin en ünlü eserlerini içeren bir tur planladık. saat sekize kadar gezebildiğimiz kadarını gezdik. Klasik bir ifadeyle özetlemek gerekirse evet Mona Lisa'yı gördük.


Ünlü ters piramit

Jean D'Arc ve bağımsızlık tablosu

Mona Lisa


  Müze çıkışı çevreyi gezip kamp alanına döndük. Burada planlanandan uzun kalacağımız için görülmesi gereken yerleri tek bir güne sıkıştırmayıp iyice yaydık ve gezi planımızı Call of Duty hatırına Paris'in biraz dışına taşımaya karar verdik.



-İKİNCİ BÖLÜM SONU-


GENEL DEĞERLENDİRME
                 Evren    Cumhan        Zafer         Anıl       TOPLAM
Zürih              7           9              6,5             7           29,5
Münih             8          8               7,5           8,5          32

Berlin             6           8               5,              6           25,5
Amsterdam     9          9,5             9              7,5          35
Brüksel           7           9              7,5             7            30,5
Paris              10          9              8              8,5          35,5


KONAKLAMA
Münih:          THE TENT http://www.the-tent.com/
Berlin:          CAMPING BERLIN (şu an faal değil)
Amsterdam:  CAMPING ZEEBURG http://www.campingzeeburg.nl/
Paris:            CAMPING BOIS de BOULOGNE  http://www.campingparis.fr/



3.BÖLÜM (ÇOK YAKINDA)
“Çantalar gitmiş…”
17 – 24 Temmuz 2010 
(Paris -> Madrid -> Valencia -> Barcelona)