17 Mart 2014 Pazartesi



SEYAHAT (INTERRAIL)  || ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:  “Çantalar gitmiş..” (17-24 Temmuz)
(Paris->Bordeaux->Irun->Madrid->Valencia->Barcelona)


Previously on Lost 

Zürih: Pahalı

Münih: Sorunsuz (En sevdiğim)
Hannover: Pitstop
Berlin: Kaybolduk (r Zoo'ya gitmeyin!)
Amsterdam: Kaybolduk (DK finalini İspanya kazandı.)
Brüksel: Bir şey anlamadık (Garı 7/24 açık)
Paris: Kaybolduk (Kötü yol)
.
.





NOT: İlk iki bölümün ardından birkaç soru geldi onları burada cevaplandırmak isterim.

1) Kamp alanlarında duş işini nasıl hallediyordunuz?
   Gittiğimiz her yerin ayrı bir bina olarak banyo ve tuveletleri vardı. Ayrıca yine ayrı bir bina olarak internet/oyun odası, yemekhane, süpermarket gibi kısımları da mevcuttu. Bazı yerlerde havuz bile vardı. Bu nedenle Kamp alanlarında hiçbir sıkıntı çekmedik.

2) Kalacak yerleri önceden mi ayarladınız?
   Normalde yaz sezonunda açıkta kalmamak için kalacak yerleri önceden halletmek gerekir ama biz çoğunlukla kamp yaptığımız için yer sıkıntısı çekmedik. Kamp alanlarında bolca yer mevcut zaten.
   Hosteller biraz şansa oldu. Bir yerde çok fazla kalamadığımız için kalacağımız yerlerde önceliği gecelik fiyatına verdik. Şehir/ülke değiştirmeden iki gün önce internetten hostel ayarlıyorduk.

3) Nerelerde kaldınız? Hostel/Kamp yeri ayarlamak kolay oldu mu?
   Kaldığımız hostelleri isim olarak malesef hatırlayamıyorum. Zaten herkesin tercihine göre (fiyat/rahatlık/konum/hizmet) kalacağı hostel de farklı olur. Anlattığım zamana kadar kaldığımız yerleri ikinci bölümün sonunda yazmıştım bu bir hafta içinde kaldığımız alanları da yazının sonuna ekleyeceğim.

4) Çok detaylı anlatmıyor musun yaptıklarınızı?
   Aslında buraya yazmamdaki esas amaç gezi boyunca yaşadıklarımızı unutmamak için  tabiri caizse bir yere depolamaktı. O yüzden aklıma gelen her şeyi yazıyordum. Sonradan interrail yapmayı düşünenlere de yardımcı olsun diye detayları azaltmaya, gezilen yerlerden daha fazla bahsetmeye başladım. Yine de 1 aylık süre yazıya dökülürken en fazla bu kadar kısalıyor :/






ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


17 Temmuz 2010, Paris/Caen&Carentan



   Bir önceki Louvre gününü hafif soğuk algınlığı belirtileri ile atlatmıştım. Akşam kampın orada halsiz hissettiğim için tüm gün çadır kampı civarında geçirmeyi planladım. Diğer üçlü ise Caen ve Carentan'a gidip lisedeki Call of Duty günlerimizi anmaya karar verdiler. 
   Bizimkiler sabah sekizde yola çıktılar. Akşam dokuz on gibi geri geleceklerini söylediler. Ben çadırda uyumaya devam ettim. Ama korktuğum başıma geldi ve saat dokuz buçuk civarı uykum kaçtı. Geri uyuyamadım ve o saatte yapacak bir şey bulamadım. Zaferlere telefon açıp nerede olduklarını öğrenmek aklıma geldi. Aklımdan iki saat rötarla onlarla buluşup kalan yerleri birlikte gezmek geçiyordu.
    Sırayla hepsini aradım ama hiçbirine ulaşamadım. Telefonları kapalıydı. Ara sıra numaraları denerken en sonunda içlerinden bir tanesi çalmaya başladı.  Telefon ince bir alo sesiyle açıldı. Telefonun ucunda bir adet teyze vardı. Ben derdimi tam anlatamadan değişik şivesiyle "Yanlış numara" diyip suratıma kapattı telefonu. Ben içimden herhalde hatlar karıştı başka birini deneyeyim diyip tekrar arama yaptım. 

   Diğer numarayı denerken telefon yine çaldı ve aynı teyze yine şiveli bir şekilde alo dedi.  Şaşkın bir şekilde tekrardan benim aradığımı ve arkadaşlarıma ulaşmaya çalıştığımı söyleyince "Bir daha arama!" diye kızıp tekrardan telefonu suratıma kapattı. Teyzenin hışmından korkup üçüncüyü arayamadım. İstanbul'daki bir arkadaşımı aramaya karar verdim. O telefona da teyze çıksaydı oracıkta ölürdüm sanırım. Neyse ki kendisi çıktı ve ona bizimkileri arattırdım. Ona teyze çıkmamış ama hepsinin de telefonu kapalıymış. 

   Bizimkilere ulaşmaya çalışmaktan vazgeçip Paris merkeze inip akşama kadar vakit geçirmeye karar verdim. Tam yola çıkacakken aklıma Paris'in dışında oturan kuzenimi aramak geldi. Onların evde olduklarını öğrenince hemen ilk trene atlayıp onların yanına geldim. Tüm günü o ve ailesiyle geçirdim. Tarhana çorbası eşliğinde euro d'den kavak yelleri izledik. (Gereksiz ayrıntıları hatırlamada bir numarayım.)  Akşama doğru bizimkiler dönüşe geçerken beni aradıklarında kuzenimin yanında olduğumu öğrenince çok şaşırdılar. Onların telefonu yolculuk boyunca açıkmış ve hiç çalmamış. Bütün bu olaylarda şiveli teyzenin parmağı olduğunu düşünüyorum. 

    Bu arada kuzey Fransa'da geçirdikleri günü Cumhan deftere şöyle yazmış: 
"Güzel bir Caen yolculuğundan sonra küçük bir köy olan bu şehirde (dünyanın en güzel tanımlaması) en gezilesi yer olarak bir şato bulduk. Sakin,düzenli,yeşillik bi yerdi. Kaçak olarak bindiğimiz tramvaydan sonra şatoya girdik ve şehri yukarıdan izledik. Daha sonra geniş bir caddede biraz yürüdük. Carentan trenini son anda yakaladık (şaşırmadım) ve 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Carentan'a ulaştık. Burda sahile gidelim dedik sahil sandığımız yer başka bir yer çıktı. (kjsalskjdksad) Tüm Carentan'ı yürüdük sanırım. Küçük bir şehirdi. Genel olarak güzel bir tur oldu. Akşama doğru Paris'e geri döndük."

(NOT: Caen&Carentan kısmının fotoları Cumhan'da kalmış. Daha sonra güncellenecek)

18 Temmuz 2010  Paris, Paris -> Bordeaux
    Bir günlük moladan sonra yolculuğa devam etmek için kuzenim ve ailesinin yanından ayrılıp kamp alanına doğru geri dönüşe başladım. Elim boş dönmüyordum. Kuzenimin yaptığı kıymalı börekler de benle geliyordu. Bugün yapacak pek bir şey yoktu planda. Toplanıp gara doğru geçecektik. Tren akşama doğru olduğu için çantaları garda logger'lara kitleyip ufak bir Paris turuna çıkabilirdik. 

   Tekrardan bir araya gelip gara doğru yola çıktık. Gara ulaştığımızda gerçekten mini bir Paris gezisi için yeterli zaman kalmıştı. Çantaları bıraktıktan sonra Sacre Coeur'e gitmek için gardan ayrıldık. Paris'in en yüksek rakımlı tepelerinden birinde yer alan Sacre Coeur'den  söylenene göre Paris'in en güzel manzarası izlenir imiş.

   Garın altındaki metro durağında bütün interrail boyunca yaptığımız en bariz hatayı yaptık. Olayı anlatmadan önce ön bilgi olarak:  Paris metro hattında bileti turnikeye okutup geçme sistemi olduğundan trenlerde kontrol yok denecek kadar azdı. İnsanlar biletlerini turnikelere okuttuktan sonra rahatça yolculuk yapabiliyorlardı. Bu sistemin avantajı kuytu yerlerdeki duraklarda turnike üstünden geçiş kimse görmeden yapılabilirdi. Çoğunluğu siyahi olmak üzere bir sürü insan normal bir şekilde yürür gibi turnikeden atlayıp yola devam ediyorlardı. 

   Biz de genel olarak bu yolla seyahat ediyorduk. Paris'te son günümüz olduğu için çok fazla para harcamak istemedik. (Zaten başımıza ne geldiyse bu felsefe yüzünden geldi.)  

   Elimizde kullanılmamış 2 bilet vardı ve biz de ekstradan iki bilet almamak için turnikelerden ikişer kişi geçmeye karar verdik. Zafer bileti turnikeye okuttu ve kapılar açıldı ben de onun hemen ardından giriş yaptım. Tabi orası ana gar durağı olduğu için içerisi görevli kaynıyordu. Dört(4) tane görevli bizi gördü ve onlardan biri hemen yanımıza koştu.

   Ceza yiyeceğimizi biz anlamıştık ama görünen oydu ki Evren’le Cumhan bunu farketmemişlerdi. onlar da turnikeden iki kişi geçmeye çalışırlarken yakalandılar doğal olarak. Görevlilerden biri disiplin cezası verecek müdür edasıyla bizleri yanına çekti ve hararetli bir şekilde fransızca  kelimeleri sıralamaya başladı. Kelimelerin arasından pasaport  ve polis kelimesini seçebildim.  Adama ingilizce konuşmasını söylediklerini anlamadığımızı söyledik. Yine fransızca konuşmaya devam etti. (Gerizekalı) En sonunda kaçak geçişin 50 euro olduğunu anladık.  

    Çaresiz bir şekilde adambaşı 25'er euro vererek yolumuza son derece keyifsiz bir şekilde devam ettik. (Güncelleme | Cumhan Ceza Toplamı: 12,5+25=37,5€)  Sonradan öğrendim ki Zafer cebinde kalan süresinin geçmiş olduğunu düşündüğümüz biletlerden birini denemiş ilk olarak ve turnike açılmış. Bundan haberim olmadığı için peşinden gittim ben de. Aslında dördümüze yetecek bilet varmış...

 Günün devamından hiç bir şey anlamadım. Cumhan ödediği cezaların hıncını kilisede 10€’luk muma para vermeden yakarak çıkardı kendince. Sacre Coeur’i gezdikten sonra gara geri döndük. (Mimari olarak ve manzara açısından gerçekten güzel bir yer bu arada.)  Gardaki locker odasında kalan kıymalı börekleri yiyip Madrid yolculuğu için trene geçtik.

Sacre Coeur'e çıkış

  
19 Temmuz 2010  Bordeaux -> Irun -> Madrid
    Paris’ten kalktı tren, Bordeaux’da yaptı fren.. Şehre gece ikiye doğru ulaştığımız için sabah sekizdeki tren için vakit vardı. Perondaki bankın üzerine yan yana oturduk ve uyumaya çalıştık. Kısa sürede boyunlarımız ağrımaya başladığı için bu yöntemden vazgeçtik. Son çare olarak matlarımızı serip çantalarımızı kucağımıza alıp bankların altında yattık. Konum olarak son derece rahatsız gözükse de 2-3 saat deliksiz bir uyku çekmişim orada. Yalnızca polisler tarafından ayakla dürtülerek uyandırılmak pek hoş olmadı tabi ama biz alışmıştık artık.
    Polisler saat 6 gibi bizi uyandırdıklarında garın diğer kısımları açılmıştı. Evren’in hala uykusu vardı. Onu ve eşyaları bekleme odasında bıraktıktan sonra üçümüz kısa bir Bordeaux turu attık. Yürüdüğümüz yol boyunca aklımda pastane (çikolata kokusundan dolayı) ve kaplumbağlı meydan kalmış.
  

Bordeaux meydan
Kaplumbağacık



   Daha sonra Fransa ile İspanya arasındaki sınır kasabası olan İrun’a geçmek için trene bindik. Tren seyahatini pek hatırlamıyorum çünkü yorgunluktan uyumuşum hemen. Sadece İrun'a yaklaştığımızda sınırı geçerken trenin aşırı yavaşladığını hatırlıyorum. Bir sonraki durak olan Madrid için bineceğimiz trene 2-3 saat zaman olduğu için garda yemek yiyip kağıt oynayarak vakit geçirdik.

Irun Garı Hatırası


   Oyun bitince Cumhan'la yiyecek almak için gardan çıkıp şehri dolaşmaya çıktık.  Öğle saatleri olmasına rağmen şehir pek kalabalık değildi. Bunun esas sebebi hava sıcaklığıydı sanırım. Dükkanların bile çoğu kapalıydı. En kalabalık yerleri parklardı. Gölge bir yer bulup banklarda, yerlerde yatan bir sürü insan vardı. 
   
   Yoldan geçenlere en yakın marketi sorduk. Sorduklarımızın çoğu sorumuzu anlamıyordu ya da ingilizce cevap verecek kadar bilmiyordu dili. Üçüncü denemeden sonra marketin tarifini aldık ve ana caddeden iki sokak aşağıda kuytu bir yere saklanmış olan alışveriş merkezini bulduk. Binanın içinde süpermarket de vardı ve çoğu dükkanın aksine açıktı. Alışveriş merkezine girince bir an kendimi istanbul'da gibi hissettim. Avrupa'da böyle yerlere pek sık rastlamamıştık şu ana kadar. İhtiyaçları aldıktan sonra gara geri döndük. Madrid trenine az kalmıştı. 
   
   Yaklaşık 4 saatlik yolculuktan sonra Madrid'e ulaştık. Hava sıcaklığı 40 dereceye yakındı ve Berlin'i aratmıyordu. Madrid'de kamp yapmaya ara verip hostelde kalacaktık. Merkeze yakın sayılacak bir yerde kaldık. Apartman hostele çevrilmişti. Bizim kaldığımız oda 6 kişilikti. Dezavantaj olarak kliması yoktu. Onun yerine iki tane vantilatör koymuşlardı. Odada çok fazla durmadığımız için klimasızlık çok sorun olmadı. Şansımıza kaldığımız iki gün de yanımıza birileri gelmedi. Rahat rahat yayıldık ve dinlendik.

Güzel oda kötü foto :(


20 Temmuz 2010 Madrid


   Hava sıcaklığı pek müsaade etmese de günü Madrid'in merkezini gezmeye ayırdık. O kadar normal bir gezi günüydü ki hiçbir şey anlatmadan sadece gezdiğimiz yerlerden bahsetmek yetecek sanırım. Günün gereksiz detayı olarak şehrin simgesi olan ayı heykelinin karşısındaki binada Inception filminin devasa bir reklamını hatırlıyorum sadece. Inception ve Karate Kid reklamları gezi boyunca yağışlı hava ve Waka waka'yla beraber peşimizi bırakmayan üç şeyden biriydi. 
   
    Hostelden çıkıp Valencia trenine rezervasyon için gara gittik ilk önce. Gardan çıkınca önümüze çıkan ilk yeşilliğe attık kendimizi. Gezi boyunca pazar günü pikniğe giden aileler gibi yeşilliğe tav olup durduk zaten. Gölge kısımdan yürüye yürüye giderek parkın ortasındaki gölete ulaştık. Gölet üzerinde bir sürü insan sandal keyfi yapıyordu. Biz de saat 4,5€'dan bir sandal kiralayıp gölet üzerinde gezintiye çıktık.



   Parktan çıktıktan sonra Arc de Triomphe benzeri bir yapı olan Puerta de Alcala'nın olduğu meydana yürüdük. 




   Yolun devamındaki Plaza de Cibeles'ten geçerek Madrid'in en ünlü yerlerinden biri olan Puerta del Sol ve Plaza Mayor'un yer aldığı kısma geldik. Meydanda bulunan şehrin simgesi olan ayı heykelinde poz verdikten sonra pastanemsi bir yerde oturup kahve-tatlı keyfi yaptık.



ayı saçmalamaca (arkada inception reklamıyla)


    Yemekten sonra alışveriş yerlerini gezerek hediyelik eşya aldık. Daha sonra Plaza Mayor'a girip Palacio Real de Madrid'in bulunduğu caddeye girdik. 


Plaza Mayor

Palacio de Real Madrid


   Kalabalık caddelerden geçerek hosteli kolayca bulduk. Akşam yemeği için marketten aldığımız dondurulmuş yemeği mikrodalgada ısıtıp afiyetle yedik. Sonra biraz internete girip, hostelde vakit geçirdikten sonra uykuya daldık.

Madrid Rota


   Bu arada hangi gün olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama Madrid'teyken Cumhan'ı 4 Ağustos gününe yatay geçiş başvurusu için mülakata çağırdılar. Normalde gezi Ağustos ortasına kadar sürecekti ama Cumhan'ın mülakata katılması gerektiği için erken ayrılma ihtimali ortaya çıkmıştı. Ben de şimdiden epey yorulmuştum ve epey kilo kaybetmiştim. O zamana kadar sağlıklı bir şekilde devam edemeyeceğimi düşünüp Cumhan'la beraber 3 Ağustos için dönüş bileti aldık. Evren ve Zafer'in dönüş tarihleri ise henüz belli değildi. 


21 Temmuz 2010  Madrid-> Valencia -> Barcelona

   Önceki gece geç yattığımız için anca öğleden sonraki Valencia trenine binebildik. Yolculuk boyunca çanta düzenlemesiyle uğraştım. Günlük lazım olacak, pratik şeyleri içine koyarım diye yanıma aldığım sırt çantamda 15.günün sonunda herhangi bir şey koyacak yer kalmamıştı. Ekstra ağırlık yapmasını istemediğim için çantanın içinde bulunan hediyelik eşyaları ve giysileri büyük çantaya aktardım. Bazı olayların zamanlaması çok tuhaf oluyor cidden. Aynı günün akşamı kendi kaderine bırakacağım çantadan önemli eşyaları çıkartmamın zamanlaması gibi. 

Ben çalınan çantamı düzenlerken, Cumhan meşhur interrail defterine bir şeyler yazıyor


   Valencia'ya çok büyük beklentilerle gitmemiştim. O zamanlar gözümde Valencia = yeni transfer olduğu için Mehmet Topal. Koca bir şehri futbol takımına endekslemiştim. Aslında burada bir gece kalmayı planlıyorduk ama sahili ve kamp alanı şehir merkezine uzak kalıyordu. Şehir de ilk izlenim olarak pek güzel gelmemişti bize. Fikir değiştirip akşamki Barselona trenine rezervasyon yaptırdık. Bizim asıl merak ettiğimiz yer olan ve kaç gün kalacağımızı henüz bilmediğimiz Barselona için daha fazla vakit kaybetmek istemedik.

   Burada sadece iç kısımları gezdik. Garın hemen yanındaki arenada boğa güreşleri yapıldığını öğrendik. Şu an hatırlamadığım uçuk bir fiyattan koltuklar kaldığı için güreşi izleyemedik. Evren'in buraya gelmeden önce de Valencia FC'ye bir sempatisi vardı. O yüzden bir ara bizden ayrılıp stadın oraya forma almaya gitti. 

   Daha sonra da Valencia sokaklarını turladık. İlginç görünen sokaklara daldık. Tam anlamıyla kafamıza göre bir gün oldu. Burayla ilgili tek pişmanlığım sahil tarafına gitmemek oldu. Valencia'ya kadar gelip buradaki en önemli yeri gezmeyi unutarak büyük bir başarıya imza attık. İspanya'nın en ünlü yapılarından olan sanat ve bilim müzesinin (Cİtuat de les Arts i les Ciencies) varlığı çok sonradan aklımıza gelmişti malesef.

  Kısa bir turdan sonra trene atlayıp bir sonraki durağımız için harekete geçtik.




  
Kule






Plaça de Bous de Valencia (Arena)

Valencia Katedrali



22 Temmuz 2010 Barcelona

   Barcelona'ya vardığımızda gece saat on ikiyi geçmişti ve kamp alanına giden hiçbir araç yoktu. Geç saate rağmen bir hayli kalabalık olan gar yüzünden bizde garın 24 saat açık olabileceği umudu belirmişti. Malesef acı haber tez duyuldu ve garın saat 1'de kapanacağı anonsu yapıldı. Zaten garda da birkaç açık yer hariç tüm dükkanlar ve hizmet yerleri kapanmıştı.

Barcelona'da gar 01:00-05:00 arası kapatılıyor-du en son. 


   Kamp alanına giden herhangi bir otobüs bulmak için  gar çevresinde turlarken çadırlar için uygun bir yer bulamamıştık ve yaklaşık 4 saat için açıkta kalmıştık. 

   
   Gar kapanana kadar Mc donalds'ta oturup bir çözüm yolu aradık. En mantıklı yol garın önünde durup saatin beş olmasını beklemekti. Kapanış saatine doğru gar önüne çıktık. Garın duvar kenarlarına matını örtüsünü sermiş içip sohbet eden bir sürü turist/maceracı/evsiz/sarhoş insan vardı. Biz de rahat bir yer bulup matları yere serip oturduk. Biraz köşede kalsak da oturduğumuz yer çok da tenha değildi. Yan tarafta sarışın turist bir çift, diğer tarafta da bizim gibi büyük sırt çantalı bir grup vardı. 

   Biz yerleşmeye çalışırken iki türk "merhaba beyler" diyerek selam verdi bize. Konuşmamızı duymuşlar. Daha sonra Cumhan,Zafer ve ben onların oturduğu yere gittik. Evren yerimizde kaldı. Odtü'lü iki sap bizim rotanın tam zıttını yapıyorlarmış. İtalya'dan başlamışlar ve Amsterdam'da bitirmeyi planlıyorlarmış. Onlar gezdikleri yerleri bize anlattılar, biz gezdiğimiz yerleri onlara anlattık. Saat 3'e doğru uyku bastırınca yerimize döndük. Evren uyumuştu. 


   Birikmiş yorgunluktan mı bilmiyorum yerimize geçince üçümüz de hemen uyumak istedik. Kimse nöbet tutmak istemedi. Büyük sırt çantamı kitleyip kafamın altına koydum. Uyku tulumumu çıkarttım,  ayakkabımı çıkartmadan içine girdim. Cüzdan telefon pasaport önemli neyim varsa onları da ceplerime doldurdum. Üstümü örttükten sonra tulumun fermuarını boyumun arkasına kadar çektim.  Küçük sırt çantamı ise benimle Zafer'in arasına koydum. Yeri pek sağlam değildi aslında ama normalde dikkat çekmeden oraya uzanmak imkansızdı. Buna güvenerek ve uykunun verdiği ağırlıkla yerini değiştirmeden uykuya daldım.


   Çok geçmeden sızmışım. Uyandığımda saat 5'i geçmişti. iki saate yakın uyumuşum. Bizimkiler hala uyuyordu. Doğruldum, çevreye bakındım. Hala kalabalık sayılırdı etraf. Konuşanlar yerlerini uyuklayanlara bırakmıştı. Yan taraftaki sarışın çift toparlanmaya başlamış gara geçmeye hazırlanıyorlardı. Tekrar bizimkilere baktığım an acı gerçeği farkettim. Zafer'le arama koyduğum küçük çantanın yerinde yeller esiyordu. Hemen ayağa fırladım ve etrafa bakınmaya başladım. Diğerleri de uyanmışlardı. Evren de çantasını bulamıyordu. "Çantalar gitmiş..." dedim. (Bu kadar kibar söylememiş olabilirim tabi) İki uçta yatan Evren ve benim küçük çantalarımızı biri çalmıştı..
   
     Hemen toparlanıp etrafta çantaları aramaya başladık. Yakınlardaki çöp kutularının içine bile baktık ama bulamadık. İçi boş çantayı bulmak bile o an bambaşka bir anlam taşıyordu benim için. Çantalardan umudumuzu kesince gara geri dönmeye karar verdik. Basit sayılabilecek bir hırsızlık olayı moral olarak çöküntüye uğrattı bizi. Çantamda değerli bir şey yoktu en önemli olarak telefonun ve fotoğraf makinasının şarjları ve Hannover'deki molada tüm çekilen resimleri içine atacakken vazgeçtiğim bellek vardı. Yine de  tuhaf bir psikoloji içindeydim o sabah. Çantayla giden kağıt mendile bile üzülmüşümdür..  

   Gara geri döndüğümüzde saat 7'yi geçiyordu. Birbirimizle fazla konuşmadık. Herkes hala çok yorgundu. Garın içindeki koltuklarla attık kendimizi. Hiç konuşmadan, arada uyukladığım ve polisler tarafından dürtüldüğüm bir döngü şeklinde 1-2 saat boyunca uzandığımı hatırlıyorum. Dün tanıştığımız halimize acıyan Bulgar abi yanımıza gelip bize kendi salamlı sandviçini verdi. Görünüş olarak pek.. bir saniye Bulgar abinin bize yemek verdiği zaman hava kesinlikle karanlıktı. Ama akşam vermiş olsa çantamız daha çalınmamıştı. Neyse bunu sonradan toparlayacağım.


   Bu arada gezinin başından beri benim hırsızlığa önlem olarak  -çadır içinde bile- uyurken tulum içine attığım sonradan "muhteşem beşli" adını taktığımız eşyaları (cep telefonu, pasaport, saat, cüzdan, fotoğraf makinesi) hırsızlık olayından sonra 10-15dklık beklemelerde bile t-shirt'ümün içine atmaya başladım. Garın içinde yatarken de öyle yaptım. Biraz vakit geçtikten sonra uyandım. 15-20dk sızmışım.  Yattığım yerde geleneksel sayım işlemini yapmaya başladım. 


 "Telefon burda 1, fotoğraf makinası burda 2, pasaport burda  3, saat burda  4,     4 ,    4 , 4!! 

   En son panikle cüzdaaan diye bağırıp ayağa fırladığımı hatırlıyorum.  Koltuklarda oturan herkes dönüp bana bakmıştı. Yanımda işe gitmek için tren bekleyen iyi giyimli siyahi abi kabus gördüğümü sanıp ingilizce "Sakin ol geçti gardaşım şu an gardasın. Her şey yolunda" diye beni teselli etmeye çalışırken böğüre böğüre aradığım cüzdanım da sırtımdan çıktı. Olayın aslını anlatmak zor geldiği için gerçekten kabus görmüş numarası yaptım ve adama teşekkür ettim.  O sabah her anlamda tramvatik başlamıştı bizim için. 

   Saat dokuz gibi trene bindik ve yaklaşık kırkbeş dakikalık yolculuktan sonra kamp alanına vardık. İlk defa şehir merkezinden bu kadar uzak bir yerde kalacaktık. (Daha sonra Roma'da da uzakta kaldık.) Uzak olmasına rağmen kalabalık ve beklentilerin üzerinde bir yerle karşılaştık. Kayıt yaptırıp çadır işini hallettikten sonra biraz neşelenmek için alandaki havuza gittik. Saatin erken olmasından heralde pek kalabalık değildi. Zaten büyük çoğunluk da havuz yerine denize gidiyordu.


   Öğlene kadar havuzda oyalandık. Daha sonra ise şehir merkezine geçmeye karar verdik. Önce polis merkezine gittik. Merkez epey kalabalıktı. Şikayetlerin çoğu hırsızlık üzerineydi. Barcelona da bu tür olaylar çok sık yaşanıyormuş. Kalabalık yüzünden baya bekledik. 


   Polis merkezinden çıktıktan sonra Plaça de Catalunya'da gezintiye başladık. Hard Rock Cafe Barcelona'ya uğramadan olmazdı. Cafeden çıkışta Barcelona'nın en ünlü caddesi olan La Rambla'da bulduk kendimizi. Kalabalık olarak İstiklal Caddesi'ni andırdı. Caddeden sahile kadar yürüdükten sonra Mirador de Colom (Colombus Monument) önümüze çıktı. Ben hemen işi gücü bırakıp anıtı çevreleyen koca aslanlardan birinin tepesine çıktım. (Bu işi İtalya'da da iki kez daha yaptım. Aslanlı foto adlı kolajım 4.bölümde sizlerle olacak) 

   
La Rambla


Aile gibi aile

   Daha sonra sahilden yürümeye devam ettik. Passeig de colom bulvarını boylu boyunca geçtik. Barcelona sahil kesimi çok hareketliydi. Yürüyüş yapanların, bisiklete kaykaya binenlerin, paten yapanların hepsi sahilde toplanmış gibiydi.  Shakira da bizden sonra Loca şarkısının klibini burada çekmiş hatta. (Denk gelseydik keşke :/ )


     Sahil kısmından Barri Gotic adı verilen iç kısma doğru yürüdük. Burası daha çok eski ve gotik tarz evlerin bitişik ve dar bir şekilde dizildiği bir bölgeydi. Biraz kasvetli ve karanlıktı. Burada Basilica de La Merce ve Santa Maria del Mer kilisesini gezdik. Basilicanın önünde bir süre oturup, dans eden yerel halkı seyrettik. 



Barri Gotic

   Barri Gotic'in ardından Parc de la Ciutadella'ya geçtik. Şehir merkezindeki Ciutadella'nın içerisinde botanik bahçesi ile şehrin önemli simgelerinden olan Parlament de Catalunya ile heybetli Cascada Monumental heykeli de yer alıyordu.
   
    Bugünkü gezimizi parkın çıkışındaki uzun yeşillik bir yolun sonunda Paris'teki Arc de Triomph'un minik bir versiyonu olan Arc de Triomf'un önünde hatıra fotoğrafı çektirerek tamamladık.  
  
Arc de Triomf


23 Temmuz 2010 Barcelona

  - Bu günü anlatmaya başlamadan önce hatırlayınca çok şaşırdığım bir olaydan bahsetmek istiyorum. Ben tüm Barcelona gezisi boyunca kamp alanında kaldığımızı sanıyordum. Hatta bu yüzden yazıyı yazarken ertesi gün tanışacağımız bulgar abi ve sandviç hikayesini de bir önceki günde hatırlayıp, kurgu olarak saçmalamıştım. Bu iki günü resmen silmiş beynim.
     Sonradan Cumhan'ın defterini okuyunca kamp alanının gecelik ücreti bize fazla geldiği için (gecelik 16€!) orada kalmamaya karar vermişiz ve şu an nedenini anlayamadığım bir şekilde hostelde kalmak yerine çantaların çalındığı gara geri dönüp geceyi orada geçirme kararı almışız....  Bu karar hakkında fazla konuşmak istemiyorum.- 


   Sabah kalkınca yaptığımız ilk iş, kaldığımız yerden check out yapmak oldu. Çantalarla beraber şehir merkezine geçmeyi planlıyorduk. Bu arada kamp alanının bulunduğu Mataro'da açık bir internet cafe bulunca hemen İtalya rotasını planladık. Milano'da kalacağımız hostelin rezervasyonunu hallettik.  Bu arada çantaların çalınmasından sonra moral motivasyon olarak iyice düştüğümüzden Evren ve Zafer'e de Yunanistan üzerinden dönüş zor geldi ve onlar da bizimle dönmeye karar verdiler. Yalnız bizim bilet aldığımız sefer zamlanınca onlar bizden yaklaşık 10 saat önce kalkan uçaktan bilet aldılar.


   Trene binip merkeze geçmeyi düşünürken bir anda karar değiştirip denize girmek için plaja gitmeye karar verdik. Hemen trene atlayıp daha önceden gözümüze kestirdiğimiz Ocata durağında indik.
 
   Ocata durağında halk plajları vardı ve çok kalabalık değillerdi. 3-4 saatlik dalgalı deniz (Karadeniz gibiydi) keyfinin ardından duş almak için kampa geri dönme fikri ortaya atıldı. Yalnız, çantalarımız yanımızda olduğu için bir daha oraya kadar yük olmasını istemediğimiz için ikişer ikişer gittik kamp alanına. İlk önce Evren ve Cumhan gittiler, sonra Zafer'le ben gittik. Orada cep telefonumu, sabahki internet cafe'den şansa bulduğum şarj aletini (aslı çantayla beraber gitmişti) karavanımsı bir yerde konaklayan aileye şarj için emanet ederken Zafer de süpermarketten birkaç şey aldı.

Mataro'da Evren'leri beklerken saçmalamaca


    En sonunda dördümüz tekrardan istasyonda buluştuk ve Barcelona'ya geri döndük. Çantaları gardaki logger'lara kitledik. Yanımıza acil bir durum olursa diye çok az nakit para aldık sadece. İki gün önce çantaların çalındığı yere geri döndük. Bu sefer daha merkezi bir yer seçtik yatmak için. Yan tarafta sonradan tanışacağımız Türkçe bilen Bulgar evsiz bir abi ve arkadaşları vardı. Etraftaki tek tekinsiz tipler onlar gibi gözüküyordu ama bu sefer çalınacak bir şey olmadığı için rahattık. Matları serip uykuya koyulduk. Geçen iki gün pek verimli olmadı ama en azından moralimiz yerine geldi tekrardan.






24 Temmuz 2010 Barcelona

   Görevliler saat 5'te garın önündekileri kaldırdı. Uykuyu tam alamadığımız için önce garın içinde, sonra banliyo treninde uyuma, o da olmayınca ara durakta inip plajın birinde şezlongta uyumayı denedik. İlkinde soğuk, ikincisinde kalabalık, üçüncüsünde ise plaj görevlileri uyutmadı bizi. En son pes edip saat sekiz gibi tekrardan şehir merkezine geldik.  

   İlk günde olduğu gibi tura Plaça de Catalunya'dan başladık. Bu sefer sahil tarafına doğru değil de iç taraflara doğru rota çizdik. Passeig de Gracia adlı büyük caddeyi takip ederek cadde boyunca ünlü mimar Gaudi esintileri taşıyan ünlü 4 binayı (Casa Lleo Morera, Casa Batllo, Casa Amatller, Casa Mila) da gördük. Bu dört binayı da haritasız bir şekilde kolayca ayırt edebilirdik. Çünkü hepsi de değişik tasarımlarıyla sıradışılardı.




   Rotamızda sırada Gaudi'nin tamamlanmamış, yapımı günümüzde hala devam eden en büyük eseri olan La Sagrada Familia vardı. 2023'te bitirilmesi planlanan katedralin o zamanki hali tamamlanmamış hali bile etkileyiciydi.

La Sagrada Familia


   Katedralden sonra sahildeki Montjuic'e gidecektik fakat Evren'le ben Barcelona'ya kadar gelmişken Camp Nou'ya uğramamak olmaz diye düşündük. Zafer ve Cumhan gelmek istemediler o yüzden onlarla burada ayrılıp Montjuic yakınlarında buluşma kararı aldık ve metro istasyonuna girip Camp Nou'ya en yakın olan Badal istasyonundan geçen trene bindik.

   Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün sonunda Camp Nou’nun önüne geldik Evren’le. Ne yalan söyleyeyim metro çıkışından bu yana takip ettiğimiz bizim gibi turist olan ailecek elma yiyen grup kadar şaşırmadım stadyuma. Çünkü ilk gördüğüm anda stat çok küçük bakımsız bir yer gibi gözüktü gözüme. Hatta ilk olarak Barcelona genç takımının maçlarını oynadığı minik stadyum sandım burayı.

   Kalabalığı takip edip giriş sırasına ulaştık. Kuyruk yola kadar taşmıştı. İlk önce BarcaStore’a girip sonra stada girelim dedik. 



Barca Store


   Burası formadan, anahtarlığa, kıyafetten, yiyecek içeceğe kadar tamamen Barcelona markalı ürünlerin satıldığı iki katlı epey büyük bir yerdi. Tarihi maçları ve oyuncuları barkovizyonla izlettiriyorlardı. Mağazada bir saat kadar büyülenmiş şekilde gezip formalarla sürüyle abuk pozlar verdikten sonra, stadı gezmek için gereken parayı store da harcamayı istedik. İşin aslı stat turu için o kadar para vermeye o an yediremedik kendimize. 

   Bizimkilerin yanına geri dönmeye hazırlanırken stadyum çevresinde tur atmaya karar verdik. Çevrede biraz yürüdükten sonra açık bırakılmış bir kapı gördüm ve Evren’e gel buradan bir girelim nereye çıkacak acaba dedim. Deli cesaretiyle girdik kapıdan ve yol bizi Barca müzesinin girişine götürdü. Parası neyse verdik geldik edasıyla giriş yapan turistler müze kapısından içeri girerken bize de kaçak bakışlar fırlatmayı ihmal etmediler. İçeri giremedik çünkü giriş yapacağımız yerde güvenlik görevlileri bekliyordu. 


   Tıpış tıpış geri döndük başladığımız yere. Dönüş yolunda soldan giden ikinci bir kapıyı fark ettim. Bu sefer de oradan şansımızı denedik. Merdivenlerden aşağıya indik. Kameralarla ve güvenlik elemanlarıyla dolu bir odayı çaktırmadan tabiri caizse parmak uçlarımızda geçtik. Geçtiğimiz yerler stadyumdan çok bir televizyon setine benziyordu. Bir merdiven daha indiğimizde yeşil bir yer gördüm.


   İlk olarak anlamlandıramadım yeşilliği yaklaştıkça fark ettim ki stadın çimlerine ayak basmışız biz. Sahanın kenarına kadar gelmişiz farkında olmadan. Dışından o kadar eleştirdiğimiz stadın içine girince fikirlerin bir anda değişmesi şaşırtıcı olmadı bizim açımızdan. Stadyum, dışının aksine içinden olması gerektiği gibi heybetli  ve büyüleyiciydi. Kendimizi stada bakmaktan alıkoyup o anı ölümsüzleştirmek istediğimizde çok komik bir detayı fark ettik o kadar para verip stadı gören insanlar tribünden bakınmakla yetinmek zorunda kalırken, biz iki kaçak çimlere çıkıvermiştik. Bu arada sahada güvenlik görevlileri cirit atıyordu. Yakalanıp ceza yeme korkusu (korkunun kaynağı tabi ki o muhteşem Paris günü!)  bizde adrenalin etkisi yarattı. 



Camp Nou Hatırası


   Birkaç saniye içinde fotoğrafları çekinip koşmaya başlamıştık bile. Niye mi? Çünkü saha kenarındaki güvenlik bizi fark edip harekete geçmişti. Katalanca bir şeyler söyleyip son hızla yanımıza doğru koşmaya başladılar. Biz durmadık tabi bir daha ceza ödemeye hiç niyetimiz yoktu. İçeri girerken birer James Bond edasıyla parmak ucunda geçtiğimiz yerlerden yıldırım hızıyla geçtik. Stadyuma gitmek için çıktığımız metro istasyonuna gidene kadar arkamıza bakmadan koştuk. Metroya bindiğimizde bile olayı iyice abartıp metroda takip edilip edilmediğimize baktık.

    Basit bir bak-kaç olayını aksiyon filmi havasına sokmuştuk bile. Metro ilerledikçe heyecanımız dindi ve Nou Camp’a veda ettik. Ama kafamızda orada bir maç izleme fikri yer etmişti tabi. Umarım stadyumun kara listesine girmemişizdir!

   Interrail boyunca en pişman oluğum olay çantaları açıkta bırakıp çaldırmak ya da Paris'te turnikeden biletsiz geçmek değil, stattan içeriye girerken ve kovalamaca sırasında video çekmemek oldu. Bu tarz gezilerde kesinlikle fotoğraf kadar video da önemli ileride olayları daha net hatırlayabilmek için.

  Zafer ve Cumhan'la Montjuic tepesinde buluştuktan sonra en tepede yer alan kaleyi (Castell de Montjuic) dolaştık. Buradan sonra Barcelona olimpiyat stadının yanından geçerek Katalunya Ulusal Sanat Müzesi'ne (Palau Nacional) ulaştık. Buradan Plaça d'Espanya'ya inip biraz mola verdik.

Montjuic'te maça çıkıcaz sanırım

Palau Nacional


   Mola sonrası tekrardan metroya atlayıp. bir diğer Gaudi eseri olan Parc Güell'e gittik. Park konum olarak şehre göre biraz yüksekte kalıyordu. Kalan son gücümüzde tepeye çıktık. Karşımıza Montjuic'te olduğu gibi nefis bir Barcelona manzarası çıkmıştı yine. Burayı da dolaştıktan sonra akşam saatlerine doğru gara geri döndük.

Gaudi Evleri

Parc Güell

   Barcelona'da son gecemizde de yine garda yatacaktık. Yemek yedikten sonra biraz oturduk ve gar önüne geçtik. Bugün aşırı yorulmuştuk ve bitkin haldeydik. Yarın sabah erkenden Nice'e gidecek olan trene binecektik. Bu yüzden erken yatma kararı aldık. Bu arada dün akşam tanıştığımız ve çantalarımızı çaldırdığımızı anlattığımız Bulgar abi o günkü tipimize bakıp bizi turistten çok evsize benzetmiş olacak ki halimize acıyıp çantasından salamlı sandviç çıkarıp bize verdi. Görünüş olarak pek güzel gözükmeyen sandviçi akşam akşam yemek istemedik. Adama teşekkür edip sabahki  tren için matların içine girip uykuya daldık.




-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SONU-



  



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: " Abi Waka waka çalıyor ya!" (YAKINDA)

"25 Temmuz - 3 Ağustos 2010"

   Barcelona->Nice->Monaco->Milano->Venedik->Floransa->Roma->İstanbul


KONAKLAMA
Paris: (Kamp) Camping Bois de Boulogne
Bordeaux: Gar
Madrid: (Hostel)
Barcelona: (Kamp) Camping Barcelona + Gar